Baht Oyunu 3. Bölüm reytinglerine sosyal medyada gördüğü ilgiyi ekleyebilir miyiz? Böylelikle haftalık düşüş için endişelenmez, Ada ve Bora’nın maceralarına reyting stresi yaşamadan uzun süreli ortak olabiliriz. Bu haftaki sıralamada dizi Total’de 3,50 reytingle 5. AB’de 2,88 reytingle 6. ve ABC1’de 3,35 reytingle 7.oldu. Bölüm yorumu konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
İkinci bölüm tam da içeriğinin ne olduğunu anlamadığım ama Ada’nın duyar duymaz istemsizce kaçma isteğinde bulunduğu o konuşmanın içeriğinin ne olduğunu merak etmeme neden olan bir noktada sonuçlanmıştı. Eğer bu durum üçüncü bölümde ekranı başındaki izleyicileri, Ada’nın şaşırmasına ve de rahatsız olmuş bir şekilde tepki vermesine neden olacak ne söylemiş olabileceğini merak ettirmek için uygulanmış bir senaryo stratejisiyse doğru hamle olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yıllardır Bora’yı elde edebilmek için her türlü yola başvuran ama hiçbirinde başarılı olamayan Tuğçe’nin ondan “Bora konusunda” ajanlık yapmasını istemesi Ada’nın olduğu kadar bölümün de gündemine bomba gibi düştü. Bir de bu isteğini sıradan bir şeymiş gibi söylemedi mi çıldırdım.
Söz konusu karar vermek olduğunda aklın insanı yanlış yönlendirebilme kalbin de yanlışa düşürebilme özellikleri nedeniyle daima içgüdülerini dinleyen bir insan olarak Tuğçe kendisine ajanlık yapmasını ilk teklif ettiğinde bu isteği yerine getirmenin yanlış olduğunu ve Bora’nın bunu hak etmediğini düşünen Ada’nın teyzesini ve arkadaşı Selin’i dinleyerek bu teklifi kabul etmesi beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Halbuki iç güdüleri ona bu işin yanlış olduğunu en başından söylüyordu. Zira Ada iç güdülerini dinlemeyip teyzesinin tembihlediği gibi hareket edince vicdanı onu rüyalarında bile serbest bırakmadı. Eğer bir iş sana en başında yanlış olduğu hissi veriyorsa o hisse güvenin, onu bastırmaya değil; aksine dinlemeye çalışın. Yoksa pişman olursunuz…
Kaleyi İçten Fethetmek
Bora’nın dikkatini Tuğçe’ye çekebilmek için -ki çok saçma bir plan olduğu başından belliydi- onun tarzına uygun bir kıyafetle Bora’nın kapısına dayanmasını ben hiç sevemedim. Ada hiç kendi gibi değildi. Halbuki Ada doğal haliyle çok daha güzel. Kadınlara insanların dikkatini çekebilmeleri için herkes gibi olmanın öğretilmesi toplumda eşine çok sık rastlanılan bir hata. Halbuki hepimiz bu dünyaya bir kar tanesi kadar eşsiz geliyoruz ama sonra doğamızı değiştirip diğerlerine benzemeye çalışıyoruz. İnsanlığın en büyük trajedisi bu: Başkalarına benzemek.
Keza Bora’nın da onu görür görmez kıyafetlerindeki değişikliği fark etmesi ve bu değişiklikten hoşlanmadığı dile getirmesinin nedeni, onu kendi doğal haliyle görmeyi seviyor olmasından kaynaklanıyor. Bora’nın gözünde Ada anlaşılması kolay olmayan geveze bir asistan da olsa onun için çok gerçek, çok doğal ve kendi şahsına münhasır bir kadın. O yüzden Ada bir daha böyle bir şeyi kendine ne yapmalı ne de başkasının yapmasına izin vermeli.
“Kaleyi içten fethetmek” diye bir tabir vardır ya genellikle bir insanın seni sevmesini sağlamak için önce en değer verdiği insanların gönlünü fethetmek anlamına gelir. Oğlunu evlendirmek için çaresizce çırpınan Belma Hanım’ın torunuyla olan yakınlığını gördükten sonra Ada’yı destekleyecek ilk kişi olacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Meğer Bora konusunda Ada’ya ilk destek onun hiç anlaşamadığı babasından gelecekmiş. Mucizevi karışımıyla adamın baş ağrılarını yok ederek kaleyi içten fethetmiş oldu. Bu şifalı karışım Ada’nın kızlarını kaybettikten sonra “hastalanan” bu aileye şifa bulmalarında ve iyileşmelerinde de aracı olacağının bir işareti. Yoksa aynı karışımdan Bora’nın da içip doyamamasına ve ilk defa babasıyla aynı şeye harika demesine senarist neden sahne yazsın?
Asıl bizi ilgilendiren #AdBor sahnesine gelecek olursak kahvaltısıyla odasına ilk girdiği anda Bora’yı üsten çıplak bir şekilde yakalamayı artık bir spor haline getiren Ada’nın hiçbir şey görmediğini iddia ederek kafasını çevirmesi ve bu süreçte de yanaklarının kızardığını izlemesi çok keyifliydi. Ancak Tuğçe’yi övmek için kullandığı kelimeler onu gülünç duruma düşürüyordu. Öyle ki söylediklerini dışardan dinleyen biri onun ya Tuğçe’den hoşlandığını ya da patronuyla Tuğçe’nin arasını yapmaya çalıştığını düşünürdü. Ada gibi yaratıcı bir kızın daha iyi bir yöntem bulmasını beklerdim. Acemiliğini daha önce hiç çöpçatanlık yapmamış olmasına mı yoksa Bora ile Tuğçe’nin çöpünü çatma konusunda sandığı kadar istekli olmamasına mı bağlamalıyım hiç bilemedim.
Ada bu şirkette çalışmaya başlayıp bu oyunlara dahil olmadan sıradan dertleri olan içimizden bir insandı. Onun da derdi sevdiği insanla mutlu olup bir ömür başlarının üstündeki çatıyı kaybetmemek için geçimlerini sağlamaya çalışmaktı. O yüzden içimizden olan Ada’yı çok sevdim ama hayatı boyunca hiç kira ödemek zorunda kalmamış biri olarak bu konuda onunla bağ kurmadım. Bu sahnede en sevdiğim detay Rüzgar’ın her işini yapmaya alışmış Ada’nın hiç vakit kaybetmeden kendisinden istenmediği halde Bora’nın kravatını bağlamaya başlamış olmasıydı.
Seven insan bulduğu her fırsatta sevdiğine dokunur diyenler bir şeyler biliyor olsa gerek. Sizi bilmem ama ben klişe de olsa kravat bağlama sahnelerini hep çok sevmişimdir. Kravatın bağlandığı yerin boyun bölgesi olması nedeniyle daima yakınlaşmayı sağlayan ya da yakınlaşmayı gerekli kılan sahnelerden oldukları için olabilir ama aynı zamanda göz göze gelme anları için de birebirdir. Kravatı bağlanan insana karşısındaki inceleyebilmek için imkân da tanır bu anlar. Hadi Ada herkesin işini yapmaya istemsizce programlanmış ama Bora’nın da kendisine dokunmasına izin vermesi aslında daha sevgili olmadan aralarında başlayan çift dinamiğinin de bir göstergesi.
Ada’nın ev ve kredi konusunda başının etini daha fazla yemesine dayanamayan Bora’nın konuyu kapatabilmek için “Tamam” deyip Ada’nın ellerini tuttuğu o sahne bölümdeki favori sahnelerimden biriydi. Ada’nın susmasıyla başlayan sessizlikte sadece birkaç saniye birbirlerinin gözünün içine baktılar ama o birkaç saniye benim kalbimin erimesi için yetti. Bazen bir sessizlik ve iki çift göz anlaşmak için yeter de artar. Ada o anda ne hissetti bilmiyorum ama Bora’nın bir an için onun gözlerinde kaybolduğuna yemin edebilirim. İlk görüşte aşk denilen şey insanın ruh eşini gözlerinden tanıması ise Bora’ya olan tam olarak buydu. Kendisini öyle kaybetti ki kızın ellerini tutan o olduğu halde bizzat Ada’dan ellerini çekmesini istedi. Üstelik o ellerini tutmaya başladığında Ada’nın baş parmağının da aralarındaki elektrik dolayısıyla kravatın üstünde gidip gelmesi de çok hoşuma giden bir detay oldu.
Belli ki yaklaşmakta olan tek şey yaz sıcaklarının kendisi değil; bu yazın çiftleri de yavaş yavaş ekranı ısıtmaya başladılar. Ada ve Bora’nın aralarındaki bu uyumu ve cinsel çekimi onları oynayan Aytaç ve Cemre’nin uyumuna bağlamamak mümkün değil. İleriki bölümlerde bizi kim bilir nasıl anlar bekliyor. Ama emin olduğum bir şey varsa o da Ada’nın önce Bora’nın sonra Elif’in şimdi de Bora’nın babasının kalbine girmeye başladığı gerçeği…
Ada’nın casusluk teklifini ilk aldığı anda neden afallayıp havuza düşer gibi olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ada ajanlık konularında çok kötü. İnsan kendisinden istenen bir bilgiyi öğrenebilmek için patronunu bu kadar sık boğaz eder mı? Adı Ada ise eder ama patronu onu hala neden kovmaz anlayabilmiş değilim. Ada’nın ajandasını öğrenebilme konusundaki bu ısrarcılığı ve gevezeliği içimin sıkılmasına neden oldu ama Bora’nın kendi rızasıyla susmayacağını anlayınca eliyle ağzını kapadığı ve bu şekilde de susturamayacağını anlayınca “sen konuş ben dinliyorum” taktiğiyle ofisini terk etmesini izlemek çok keyifliydi. Bora sözde çok profesyonel ama ne hikmetse asistanına söz geçiremiyor. Üstelik kimseyle muhatap olmayan adam Ada ile evli çiftler gibi kavga ediyor.
Bora’nın ajandasından Tuğçe’nin onu elde etmesine yarayacak bir bilgi çıkmadığında patronunun bilgisayarının ekranında açık olan arkadaşlık sitesini görüp yeni bir plan kuran Ada ile birlikte biz de yeni bir maceraya atıldık. Çağımızın insanlarının tanışıp sosyalleştikleri sanal dünya üzerinden kurulacak bir bağlantı fikri, özünde çok iyi bir fikirdi. Ada çıkış noktasında çok haklıydı. Sanal dünya sadece yapay ilişkilerin kurulmasında yardımcı değil; aynı zamanda insanların dış özelliklerinin görülmediği bir dünyada daha serbestçe hareket etme imkânı tanıyan ve ilişkilerin ön yargılar olmadan daha rahat kurulabildiği bir dünya sağlıyor. Tıpkı bu yazıyı yazan insanla bunu okuyan insanlar arasında ön yargılardan bağımsız bir şekilde ortak zevkler üzerine kurulan bir ilişki gibi.
Ada kadın-erkek ilişkileri konusunda çok yaratıcı fikirler oluşturabilen ve iyi tavsiyeler verebilen bir kız aslında. Ama nedense söz konusu kendi gönül meseleleri olduğunda toxic bir ilişkinin içine sıkışıp kalmış. Bu nasıl oluyor hiç aklım almıyor. Tuğçe’ye verdiği fikir çok iyiydi de karşısındaki insan yazışmak konusunda çok kötüydü. Neyse ki Ada yanı başındaydı. Bu kızın yazmaya tutkuyla bağlı bir yazar olduğu Bora’ya yazdığı mesajın çarpıcılığından belliydi. O cümleyle değil Bora’nın, benim bile dikkatimi çekmiş oldu. Zira Ada’nın toplantısı için hazırlamış olduğu metni okuyan Bora da Ada’nın kalemini ve yazdıklarını çok beğendi. Ada kim bilir ne kadar sevinmiştir?
-“Vizon nasıl avlanır bilir misin?”
-“Hayır bilmiyorum sevgili İdeal Kadın. Engin kültürünüzle beni aydınlatırsanız mutlu olurum.”
-“Bir kadın akıllıca laf edince “akıllı havası yapıyor oluyor” ama erkek akıllıca konuşunca “ne akıllı erkek” oluyor. Öyle mi? Mamut avı nasıl geçti. Mızrağınızı kenara bırakın, bir soluk alın. Belki o zaman daha düzgün konuşabiliriz.”
O kadar doğru bir tespit ki kadın akıllıca bir söz söylediğinde karşımızdaki insanlar ya bu aklı bize kimin verdiğini soruyorlar ya nerede okuduğumuzu ya da benim gibi felsefe mezunuysan “felsefe yapmaya başladı” şeklindeki onların şaka sandığı ama bu dalı okuyanları küçümsemekten başka bir anlama gelmeyen o cümleyi kuruyorlar. Hele ufak tefeksen sana hiç büyümemiş bir kız çocuğu gibi davranıyorlar. Ama aynı sözü onlar söylediği zaman aniden bir aydınlanma yaşıyormuş gibi kulak kesilip birbirlerini dinlemeye başlıyorlar. Eşitiz diyoruz ama o eşitlik sözde bir eşitlik. Konuştuğumuzda hala bizi ciddiye almayan erkekler ne yazık ki varoluşlarını devam ettiriyorlar. Senaristler bu sorunsala bir arkadaşlık sitesinde yazılan mesajlar üzerinden değinmiş olsalar da iyi ki değinmişler.
Bu arada Ada’nın yazmaya olan tutkusu dışında kendime benzettiğim bir yönünü daha keşfetmiş oldum. Benim gibi o da anlık ilhamlarla gelen uzun cümleler yazmayı ve iğneleyici bir dil kullanmayı seviyor. Üstelik kullandığı dil de benimkine çok benziyor. Neden bilmiyorum ama karşılıklı atışabildiğim benimki ve Bora’nınki gibi iğneleyici bir dil kullanan erkeklerle sadece yazışarak değil; günlük hayatta da konuşarak flört etmeyi seviyorum. O yüzden bir erkeğin benim dilimle aşık atabilecek olması beni heyecanlandıran kriterlerden biri. Belli ki bu konuda yalnız da değilim zira Bora da kendiyle aşık atabilen bu kızla yazışmayı çok sevdi. Yoksa böyle sırıtmazdı.
Bora ve Ada’nın yazışmalarını izlemekten ben çok büyük bir keyif aldım. Özellikle Bora’nın toplantının ortasında hemen yanı başında durduğundan habersiz Ada’ya atmış olduğu mesajları ve Ada’nın da asistanı hakkında ne düşündüğü sorusunu kendisine sorduğu anı. Bora onun hakkında iyi şeyler yazınca nasıl da sevindi. Yüzündeki o kocaman gülümseme öncesinde yaşanan her şeye göğüs germeye değdi diyebilirim. Bora’nın kimi zaman onu anlayamasa da Ada’nın özünde iyi biri olduğunu düşünmesi güzeldi.
Seven insan kıskanır mantığı romantik komedi işlerinde genellikle çok sevilen ve işlenen bir konudur. Bir karakter eğer diğerini kıskanmaya başlamışsa aşkın ilk cemresi düşmeye başlamış demektir. Bu durumda da söz konusu ilk cemrenin Bora’nın kalbine düştüğünü söyleyebilirim. Rüzgâr ile Ada arasında gerçekleşen bir çatışmaya şahit olan Bora’nın onlara bakışları bile Ada’yı ne kadar kıskandığını belli ediyordu ama itiraf edeyim onun bu öfkesinin acısını Ada’dan çıkarmasını ve de onu gönül ilişkileri konusunda sert bir dille uyarmasını hiç beklemiyordum. Tuğçe’nin Rüzgar’ı öpmesini ya da terk etmesini zerre kadar umursamayan adam her nedense söz konusu Ada olduğunda onu Rüzgâr konusunda uyarma ihtiyacı hissetti. Ada’ya ne demeli hemen kendini savunmaya geçti.
Vücut dillerini gözlemleyerek aralarında bir şeyler döndüğünü mü anladı yoksa uzun uzun konuşmalarından mı ilişkilendi bilmiyorum ama birbirleriyle yakın mesafeden ettikleri bu kavga yüzünden Bora’nın kıskançlığı bölüm boyunca farklı zamanlarda ve farklı şekillerde kendini göstermeye devam etti. Bunlar bir diğeri de Tuğçe’nin tüm şirketin gözünün önünde Rüzgar’dan ayrıldığı sahneydi. Ada’nın bu duruma fazlasıyla sevinmiş olmasını geçtim, bu konuyla ilgileniyor olmasına bile kızan Bora’nın elindeki kahve bardağını mutfağa götürmesi için ona vermesi aslında bir bahaneydi. Ada işinin başına dönsün istedi yoksa içinde hala kahve olan bir bardağı neden asistanına versin? Ada da bardağı tutup içtiğine göre içinde kahve olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Aynı bardaktan kahve içme” evresine de geçtiklerine göre ilişkilerinin samimiyet konusunda çok yol kat ettiğini söyleyebilirim.
#AdBor izleyicilerinin içinden geçene tercüman olayım “aynı bardaktan kahve içtiklerine göre öpüşmüş sayılırlar mı?” Evet diyebilirdim eğer liseli olsalardı. Ama bu tür özel eşyaları birlikte kullanmanın bir tür yakınlık sağladığını söyleyebilirim. Bu yakınlaşma akşam yazışmaları sayesinde daha da perçinlendi. Ada teyzesi sorunca inkâr etti ama karşısında kendi kalibresinde bir yazar bulunca yazışmak onu mutlu etti. Yoksa bütün gece yazışmalarını geçtim, rüyasında da hiç Bora’yı görür müydü? Bir yerde okumuştum insan sadece onu mutlu eden rüyaları tüm detaylarıyla hatırlarmış. O halde Bora ile ıslandığı rüyanın da Ada’yı mutlu ettiğini söyleyebilirim.
Yazmayı seven kimin hoşuna gitmez ki karşısında bütün gece paslaşabileceği birini bulmak. Kelimelerle arasının iyi olduğu üslubundan anlaşılan bir insanla bütün gece kelime cambazlığı yapmak çok ilginç ve eğlenceli olurdu. Vizonların nasıl avlandığına dair yapmış olduğu açıklama Bora’yı olduğu kadar beni de büyüledi. Bora’nın onunla yazışırken ve Ada ile yan yanayken gülümsemesini görmeyi seviyorum. Bu devamlı gülüşün mimarı, Ada.
Ada ve Bora’nın ilişkisinden o kadar bahsettikten sonra Ada’nın rüya sahnesinden bahsetmemek olmazdı. Belki bu bölüm değil ama daha sonraki bölümler açısından bu rüya sahnesinin hikâyenin tüm gidişatını belirleyeceğini düşünüyorum. Ada’nın rüyasında ilk iş olarak Bora’nın kapısına dayanmasını Tuğçe’ye yardım etmek için yaptığı hiçbir şeyi vicdanen doğru bulmamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Zaten teyzesi ve arkadaşı olmasaydı bu teklifi asla kabul etmeyecekti. Üstelik ikisinin rahatça yazışabilmeleri için oluşturduğu platform üstünden Bora ile yazıştıkça Tuğçe’nin kendi yazdıklarından nasiplenmesini içi kaldırmadı. O yüzden de İdeal Kadın’ın kendisi olmasından başlayarak tüm hakikatleri ortaya dökmeye başladı. Bora’nın ona olan güvenini yıkmak istemedi.
Kalbine ilk cemresi düşen tek kişi de Bora değildi; Ada da ister yazışmalar olsun isterse de dağ evinde baş başa kalmaları olsun, her defasında Tuğçe’nin Bora ile yalnız kalmasını engelleyecek bir yol bulmuş oldu. Bunu kimi zaman bilinçli olarak kimi zaman da bilinçsiz olarak yaptı. Rüzgar’ı yeniden elde edebilmesinin yolunun Tuğçe’ye istediği şeyi vermek olduğunu bildiği halde rüyasında bile ona âşık olmasını istemedi. Mantıklı gelir mi bilmiyorum ama bir yanı Rüzgar’ı kazanmak isterken öteki yanı Bora’yı kaybetmek istemedi. Hem evli olduğunu ve kocasını geri kazanmasının yolunun onun vereceği bir karardan geçtiğini söylemesi hem de gerçekten âşık olmayıp öyle gibi davranmasını istemesi Ada’nın içindeki duygu çatışmalarını açıkça gözler önüne seren en büyük kanıt. Ada şu anda ailesinde olduğuna inandığı bahtsızlığı ile ileride tanışacağı gerçek aşk arasında sıkışmış bir durumda.
-“Rüzgâr senin ilk aşkın mı?”
-“Evet. İlk aşkım.”
-“Emin misin?”
-“Evet, eminim. Çok eminim. (…)”
-“Rüzgâr senin gerçek aşkın yani öyle mi?”
-“Evet dedim ya.”
-“Ada, uyansan iyi olur. Ada, uyan.”
Bora’ya âşık olduğunu anlayabilmesi için öncelikle hem annesine verdiği sözü tutabilmenin hem de ailesinin bahtsızlığını yenmenin yolunun geçtiğine inandığı “Rüzgâr” saçmalığından vazgeçmeli. Ya da ilk aşkının aslında Rüzgâr olmadığını idrak edebilmenin bir yolunu bulmalı yoksa epey uzun bir süre Ada’nın inkarını izleriz gibime geliyor. Ki bilinç-altı Bora’nın ağzından dökülen ilk aşkını sorgulamaya yönelik sorularla ve uyanması gerektiğini söylediği iki farklı söylemiyle -yataktan kalk ve gerçeklerin farkına var manasında- yavaş yavaş Ada’yı uyandırma çalışmalarına başladı bile. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle uyanan Ada yol boyunca kendisini sadece bir rüyaydı diye kandırmaya ve etkilenmemiş gibi davranmaya çalıştı ama rüyanın odağını kaydırdığı belliydi. Gelen bir akşam yemeği teklifiyle yüzünde beliren kocaman gülümsemeyi düşününce haklı olduğumu da görüyorum.
Ada’nın Ofis Entrikaları: 33 Gül Meselesi ve Video Kaydı
Bora’nın ağzından Tuğçe’ye çiçek göndermeden önce onu bu konudan haberdar etmesi ileride ortaya çıkabilecek tüm sorunların şimdiden önüne geçebilmek adına zekice yapılmış bir planlamaydı. Güllere iliştirilmiş karttaki yazı hem annesinin rahatsızlığına hem de Rüzgâr ile olan ayrılığına yorumlanabilirdi. Buraya kadar bir sorun yok ama annesini bahane etmeden önce keşke Tuğçe’ye de söyleyecek bir yalan bulmuş olsaydı, o zaman daha iyi olurdu. Tuğçe de zeki bir kadın olsaydı yanına gelip geçmiş olsun diyen Bora’nın ayrılığından değil; annesinin sağlığından bahsettiğini anlayabilirdi. Ama neyse ki tam da o sırada kucağına teslim edilen güller aklını başından almış oldu.
Ada’nın sorunu daha kılıfını uydurmadan minareyi çalmaya kalkmasıydı. Annesinin sağlık sorunu yaşadığını öğrendikten sonra Bora gibi ince ruhlu bir insanın Tuğçe’ye geçmiş olsun demeyeceğini nasıl düşündün acaba? Bazı izleyiciler tavrı ve bağrışmalarından ötürü Bora’nın kaba biri olduğunu düşünmüş ama zerre ilginin olmadığı bir insana senin adına gönderilmiş otuz üç gülün ne anlama geleceğini ve seni ne duruma düşürebileceğini bir düşünsene. İçinde olmak istemeyeceğim bir duruma düşürülsem beni bu duruma düşüren insana kafasına göre iş yapıyor diye kızardım. Ama kabul ediyorum seni görmek istemiyorum deyip odadan kovması da pek hoş değildi. Ada’nın buna rağmen sesini kaydedip Tuğçe’ye yollaması da hiç etik bir hareket olmamış. Birçok kişi bu sahneyi izlerken çok gülmüş ama Bora açısından bakıldığında büyük bir kişisel haklar ihlali söz konusu.
Kıskanan tek kişinin Bora olmadığını daha önce de söylemiştim. İstemsizce de olsa Bora’yı yazışmalarını bizzat kendi yürüttüğü “İdeal Kadın” kisvesi altında bu akşam karşısına çakacak olan Tuğçe’den kıskandı. Kıskanmakta da haklıydı. Ben daha ilk bölümde görünüşte birbirine zıt gibi görünen bu iki insanın yani Ada ve Bora’nın aslında temelde birbirlerine çok benzediklerini söylemiştim ki randevuya gitmeden önce kuzeni Ali’ye İdeal Kadın’dan söz ettiği sahneye şahit olduğumda Bora’nın da aynı şeyi düşündüğünü söylediğine şahit oldum. Buluşmayı planladığı bu kız hem onun gibi hem de hiç onun gibi değildi. Belli ki Ada’da aynı şeyi hissetti ki restorandaki o düşü kurdu.
Onun bir düş olduğu normalde bir kadın olarak kendisine en ufak bir ilgi göstermediği Tuğçe’nin İdeal Kadın benim diyerek ortaya çıkmasından sonra vermiş olduğu tepkiden belliydi. Bora ne kadar etkilenmiş olursa olsun kamuya açık bir alanda duygularını belli eden böylesine güçlü bir tepkiyi asla vermezdi. Şaşırır mıydı elbette. Sonuçta onu çok uzun yıllardır tanıyor ama gömleğinin üst düğmesini açma durumu sadece rahatlamak istediği anlarda verdiği bir tepkiydi ve ben üç bölüm boyunca bu hareketi sadece Ada’nın yanında yaptığına şahit oldum. Ada da onu ne kadar iyi gözlemlemişse bunu hemen fark etmiş. Ve düşünde bile olsa bu hareketi Tuğçe’ye yapmasına istemedi.
Hayal olduğunu idrak ettikten sonra ise karşımda komik bir sahne görmeyi beklerken aşka inanmış ve bu uğurda emek vermiş her kadının “İdeal Kadın” olduklarına dair bir manifestoyla karşılaşmayı ummuyordum. “İdeal olmak güzel vücut ölçülerine sahip olmak değildir; aşk uğruna emek veren her kadın özeldir ve aynı zamanda idealdir” tarzı bir feminist manifestoyla karşılaşmak beklenmedik hoş bir sürprizdi. Dışarıda yanındaki kadına değer veren ve ona hak ettiği gibi davranan erkekler de var. Ama birçoğu hala onlar için didinen kadınların değerini bilmiyorlar.
“Evet hepimiz ideal kadınlarız. Aşka inanmış, inandığı yolda yaralanmış kadınlarız. Erkekler… erkekler. Başınız neden önde? Biz sizden ne istedik? Biz sizden ilgi istedik, alaka istedik. Biz sizden merhamet istedik. Sevgi istedik. Doğum günümüzü hatırlayın istedik. Yıl dönümünü unutmayın istedik ama siz ne yaptınız? Her şeyi hepsini unuttunuz. (…) Ne istedik biz sizden? Biz sizden aşk istedik. Onu da veremediniz ya. Aşk olsun.”
Son derece gerçek ve hayatın içinden bu monolog, filtresiz bir şekilde sıradan hayatlarını sürdüren her kadının bir erkek tarafından hayal kırıklığına uğratıldığında düşündükleri ve isyan ettikleri ilk şey. Hayatının bir noktasında hayal kırıklığına uğratılmış ya da kalb kırılmış her kadının rahatlıkla bağ kurabileceği bu cümleleri ben çok sevdim. Senaristlerin eline sağlık. Üstelik sahnenin devamında Bora’nın yerinden kalkıp Ada’nın elini tutması ve onu yan yatırıp kendisine “Aşk olsun” demesi sahne geçişi açısından çok güzel bir tamamlayıcıydı. Bu cümleyi birbirlerinin gözünün içine bakarak tekrar ettiklerini hayal ettiği bu sahnenin anlamı üzerine çok konuşmaya gerek yok aslında. Bu da Ada’nın Bora’ya karşı bilinç-altında bir şey hissettiğini anlatmıyorsa başka neyi anlatıyor hiç bilemiyorum.
Rüzgâr tam üç yıl boyunca psikolojik şiddet uyguladığı eşi Ada’yı uğruna terk ettiği Tuğçe’yi “aşk” adı altında elde edebilmek için artık saplantı noktasına kadar gelmiş bir adam. O yüzden kendisinden sadece Ada-Bora arasında kıskançlık ateşini harlaması dolayısıyla bahsettim. Rüzgar’ın belki de bu bölümde yaptığı tek iyi şey, Avcı ile İdeal Kadın’ın randevusunu baltalamak oldu. Tabi karşısındaki kadın konuşmak istemediğini açık ve net bir şekilde ifade etmişken arabasının anahtarına el koyması hiç doğru bir hareket değildi hatta hastalıklı bir zihnin ürünüydü. Ama doğruyu söylemek gerekirse senaristlerin tam olarak yapmaya çalıştığı şey buydu: Yanlış adamı göstermek.
Rüzgar’ın resmettiği yanlış adam sayesinde randevusuna yetişemeyen Tuğçe’nin açığını Ada’nın kapatmasına hikâyede bir vesile sağlanmış oldu. Bora’nın tam da kendisiyle oynayan İdeal Kadın’ın akıl oyunlarından sıkılmış restoranı terk edecekken karşısına çıkan Ada’ya “aç mısın?” diye sormuş olduğu bir soruyla bambaşka bir yüzünü görmüş olmaktan mutluluk duydum. Bora’nın özünde Ada’dan çok da farklı olmadığını daha önce de belirtmiştim. Ada sözde restorana Tuğçe her şeyi eline yüzüne bulaştırmasın diye gelmişti ama randevuya çıkan kendisi oldu.
Ada’yı kolundan tutup bir seyyar satıcının yaptığı kokoreçlerden yemeye götüren Bora’nın doğallığını çok sevdim. Lise yıllarında bile babasından harçlık almayan bir adamın kaldırım lezzetlerini biliyor olmasından daha doğru bir şey olamazdı. Bora’nın gösterişi değil de sadeliği seven ve rafine zevkleri değil de halkın arasına karışmanın ne demek olduğunu bilen biri olması içimi rahatladı. Dışardan bakınca hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bu yönünün en başta da Ada’yı hayretlere düşürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Restorana gidenlerin oraya şöhreti için gittikleri hususunda Bora’ya param bile olsa birine girip yemek yemeyeceğim hususunda da Ada’ya hak verdim. Bora’nın bu hür hallerini görmek sadece Ada’nın değil; benim de ona başka bir ışık altında bakmama neden oldu.
Üstelik Bora seyyar satıcıdan kokoreç yemekle de kalmadı; işleme sahibi ortada olmayınca arabanın başına geçip müşteriler için de ekmek arası doldurmaya başladı. Bora bir gün olur da sosyal platformunda yazılar yazmaktan vazgeçerse kokoreççilikte iyi bir kariyer yapabilir. İnsanlarda daima görünenden çok daha fazlasının olduğunun en iyi kanıtı aslında Bora. Onun bu doğallığı ve samimiyeti aslında Ada ile ne kadar benzediklerini de kanıtlıyordu. Zira birbirlerine benzemenin getirdiği doğallık ve yemekte kurmuş oldukları bağ diyaloglarına da yansıyordu:
-“Sır tutmayı bilir misin?”
-“Tabi.”
-“O zaman şirkettekilere gündüz bir iş adamı geceleri kokoreççi olduğumu söylemezsin umarım.”
-“Söylemem. Sonsuza dek aramızda.”
Bora’nın onu daha önce hiç kimseyi götürmediği bir mekanına götürerek aralarında kurduğu o samimiyet bağının “sır tutma” yoluyla daha da perçinlendiğini söyleyebilirim. Hatta Ada işe alındığından beri ilk defa aralarındaki işe endeksli asistan ve iş vereni ilişkisinin bu noktada kırılmaya başladığını düşünüyorum. İlk defa patron Bora ve de asistanı Ada değildiler. Sadece birlikte yemek yiyen Bora ve Ada’ydılar. Bora’nın sırrı üzerinden yapmış olduğu o espriye içtenlikle gülümsemesi de aralarındaki duvarların aşılmış olmasından kaynaklanıyordu.
-“Sana güveniyorum. Beni hayal kırıklığına uğratmayacaksın, değil mi?”
-“Uğratmam.”
-“Güzel. O zaman iyi geceler.”
-“İyi geceler.”
-“Ofiste görüşürüz.”
-“Görüşürüz, Bora Bey.”
Gözlerinin içine bakarak Ada’ya güvendiğini söylemesi o kadar anlamlıydı ki Ada’nın arkasından çevirdiği işlerden dolayı kendini suçlu hissetmemesine çok şaşırdım. Bora gibi aşka inanmadığını söyleyen adamların kalbi en az bir kez o acı bir şekilde kırılmıştır diye düşünüyorum. O yüzden de onun için birine güvendiğini söyleyebilmesi hiç kolay değil. Nedense Ada’nın yalanları ortaya çıktığında darbesinin de çok ağır olacağını düşünüyorum. Bora’nın onu affedebilmesi düşündüğümden de zor olacakmış gibi görünüyor. Ama bütün bunlara rağmen Ada’nın yüzüne bakıp “uğratmam” dediği anda sonuna kadar ciddi olduğunu sezdim. Belki kendisi bile ne kadar içten olduğunun farkında değildi. Onlar konuşmalarını uzatmaya başlayınca hiç ayrılmak istemediklerini hissettim. Sanki mecbur oldukları için gitmeye çalışıyor ama kalpleri ve bacakları gitmelerine izin vermiyor gibiydi. Belki de bana öyle geldi.
Bakışmaları, göz temasları ve ciddi yüz ifadelerinden sonra gelen arabalarıyla yarış sahnesi de çok minnoştu.
Açıkça söylemek gerekirse bölüm boyunca “Tuğçe” vesilesiyle Bora ve Ada arasında yaşanan her şey beni tek bir sonuca götürdü: O da ilk bakışta çok farklı gibi görünen bu iki insanın özünde birbirleri için yaratılmış oldukları gerçeği. Yazışma dillerinden birbirlerine dokundukları anlarda hissettikleri elektriğe kadar evrendeki her şeyin onlara birbirinin ruh eşi olduklarını fısıldadığı bir bölüme şahit oldum. Bora’da daha net olarak gördüğüm bu hakikat Ada’nın bilinç-altında da yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başladı. Özellikle de Bora’nın ilk aşkının Rüzgâr olup olmadığı konusunda ısrarlı sorularına devam ettiği rüya sahnesinde. Tek dileğim bu uyan çağrısına Ada’nın da kulak verip ailesinin bahtsızlıkla lanetlendiğine dair batıl inancına bir an önce son vermesi. Artık “aşk olsun” mu?
Haftaya görüşmek üzere…