Yalı Çapkını 49. bölümde nerdeyse tüm karakterlerin birbirleriyle yüzleşmesini izledik. İşte izlemek, görmek istediğimiz sahneler. Bölüm analizi Svl‘in kaleminden. Keyifli okumalar.
Bölüm boyunca herkes kaybettikleriyle yüzleşirken bir tek Seyran kazandırdıklarına şükretti. Ne tuhaf ama değil mi? Tüm karakterler ilk bölümde istediklerine kavuşurken kimsenin tam manasıyla mutlu olmaması… Halis o çok istediği torununa; Pelin uğruna oyunlar kurduğu, üç çocuğun iki koca ailenin düzenini bozup hayatını mahvettiği Korhan yalısına; Suna her zaman istediği zengin koca, aile kurma hayaline; Seyran yıllarca içinde umudunun filizleriyle hayata tutunduğu okuluna; Ferit ise özgürlüğüne…
Halis’in de dediği gibi bir kararıyla değişen onca hayat… Artık o hayali kurdukları noktada değiller. Halis Ferit’i evlendirme kararı aldığı gün bir şiir yazdı. Olacak şey değil ya, oluyor hayatta gün geçiyor, gece doğuyor. Her yer toz duman… Şimdi dediği gibi aileden geriye sadece toz duman kaldı. Tek yanlış kararım dediği bu evlilik aslında doğru yaptığı tek şey. O ailenin hiç var olmadığını kendin de çok iyi biliyorsun Halis Korhan. O altın kafes hiç yuva olmadı. Çünkü orada sadece itaat edenleri tuttun.
Senin değerlerin Seyran’ın dediği gibi çıkarlarına kadardı. Bilip susmak göz yummak en iyi yaptığın şeydi. Yeter ki sana itaat edenler olsun etrafında, yeter ki kurulu düzenin işleyen makinen bozulmasın. ‘Dedem en çok gelinlerini sever.’ demişti rahmetli Fuat. Evet, Halis en çok gelinlerini sever çünkü onlar oğullarını bu altın kafese bağlayan iplerdir. O ipleri de ancak kafesin sahibi olan Halis yönetebilir. Orhan’ın yanlışını da Ferit’in yanlışını da örtbas etmek için kullandığı, sesi gücü olmayan kuklalar. Oğullarını çekip çeviren Korhan olmaya layık hale getirecek aslan terbiyecileri. Seyran’ı sevmiyorsun çünkü o bir kaplumbağa terbiyecisi. Korhan soyadına bağlı boyunduruklu modern kölelikli olan değişimi değil. Özün bulunduğu, çağdaş ve özgürlükçü değişimi getiren kişi Seyran. Suna’nın aksine aile denen şeyin bağ olduğunu, boyunduruğu altına sokmakla kol kanat germenin bambaşka şeyler olduğunu bilen kişi Seyran. Ve evet, Halis Korhan gelinlerini çok sever en çok da kendini bu soyadına bu aileye koşulsuz adayanları sever. Suna’yı da sevecektir…
Ah Suna ah… Kendi elleriyle kendi kafesine giren yaralı kuşum benim. Gücün yönetilmek değil zincir kırmak olduğunu ne zaman anlayacaksın. Ne zaman Seyran gibi ‘benim için seçilen kaderi yaşamayacağım’ diyebileceksin. Suna kendine çizilen kaderde niye ısrarcısın. Yanmaya neden bu kadar gönüllüsün. Öncüllediğin hayat, yücelttiğin insan o kadar yanlış ki. Yıllarca korkan bir çocuk şimdi kendinden korkulsun istiyor, anlıyorum. Ama gücün korkuyla, kötülükle olmadığını nasıl görmezsin? Kötülüğün kaynağının kötülük olduğunu, kötülüğün bir başka kötülükten beslenerek büyüdüğünü ve her yeri herkesi simsiyah yaptığını nasıl görmezsin? Geçen bölüm dediğin gibi, yaptığın kötülükler ayaklarına dolanacak ve içinden çıkamayacaksın. Ateş olmak için kül olmayı göze almak gerekir Suna! Yanmalısın ki yakasın. Yanmayı da göze alıyor musun cayır cayır? İçindeki o bembeyaz masum çocuğu da yakmaya yüreğin el verecek mi?
Hattuç ve Halis! Hem zulmeden hem zulme sessiz kalan iki ihtiyar. Kalplerindeki karanlık öyle büyük ki biz olmalarına bile engel. Etraflarındaki herkesi bir şekilde yakmışlar. Karartmışlar. Kötülük kötülüğü doğurmuş.
İşte bir tek Seyran görebilmiş bunu; o değiştirmeye çabalamış bir tek. Kader deyip boyun eğmemiş, elinden ne geliyorsa yapmaya değiştirmeye çabalamış. Yaşadıklarını yaşatmak, gördüğünü doğru kabul edip uygulamak kolay olan. Ama yanlışın farkına varıp düzeltmek istemek, düzeni değiştirmeye çabalamak zor ve doğru olanı.
Bu iki evde düzen bozulmasın, boşluklar doldurulsun, makine işlesin diye herkes sessiz kalıp bu yanlışları sürdürmüş şimdi önce Seyran sonra Ferit sayesinde değişecek bu. Herkes duygularını hislerini ‘ben’liğini düzenden öne koyacak.
Özellikle de sen Gülgün! Kalkacaksın bu sefer ayağa. Susmayacaksın bir şeyler yapacaksın. Bir kez olsun oğlunu koruyacaksın. Öyle kendi yanlışını yansıtmakla olmuyor o işler Gülgün. Sen duydun mu hiç Ferit’in sesini o evde de şimdi Ferit’in seni duymasını bekliyorsun? ‘Biz Dicle’nin küçüklüğünü biliyoruz.’ diyerek iğrendiğin şeyin on katını kendi oğlun yaşarken duyabildin mi onu? Gerçekten neden sustun Gülgün bunca sene? Çocuklarım için diyorsun ya, çocukların günden güne mahvolurken neden sustun? Ferit de Fuat da dedesinin korku imparatorluğunda öz benliklerini kaybederken neden sustun? Çocukların İfakat’in elinde değer yargılarını kaybederken neden sustun? Ferit, ‘elinde büyüdüğü’ kadının istismarına uğrarken neden sustun? Sen nasıl çocuklarına güvenli ortam sağlayamadın Gülgün? Nasıl bıraktın böyle insanların eline o çocukların kaderini?
Zamanında size 7 Korhan ile başlayan hikayenin 7 ölümcül günahla eşleştirme şeklinde aktarıldığını söylemiş ve Gülgün’ün günahının ‘tembellik’ olduğunu anlatmıştım. Tembellik bencilliğin getirisi olarak aktarılır ve Gülgün bu günahın yükünü de Ferit’e yüklemeye çalışıyor. Yıllarca o yalıda Gülgün’ün ‘tembelliği’ yüzünden öz benliğini değerlerini kaybeden Ferit, annesi tarafından bencillikle, arkasında durmamayla yani tembellikle suçlanıyor. Ah ne acı…
Aynı atak Orhan’dan da geliyor tabii ki, onun ‘açgözlülük’ günahı yine Ferit’e yamanmaya çalışılıyor. Ferit’e diyor ki ‘sen her şeye aynı anda sahip olmak istiyorsun’ yani açgözlüsün. Halbuki bu günaha asıl sahip olan kendisi…
Ferit’in konuşmaları çok iyi bu sekansta. Ve bana açıkçası ileriki tavrı içinde bir yol haritası niteliğinde geldi.
“Bırak bari o mutlu olsun…”
Ve haftalarca anladığım ama bu plotu kabullenmemek istediğim için asla yazmadığım o konu. Ferit bu bebeğe neden bu kadar tutundu dedik. Sebebi aslında çok acı verici. Kaybettiği çocukluğuyla yüzleştiği gün gelen masum bir erkek çocuğu… Kendini iyileştirmek için, kaybettiği çocukluğu için tutunmuştu. Türlü şekillerle istismar edilen bir çocuk bu yalıda Ferit. Kaybettiği çok şey var, o yüzden onun yerine koymuş ve o yüzden kabullenmişti, bu kadar basit. Ama her zaman dediğim gibi bu hikayeye sonradan monte edilen akla mantığa uymayan hamilelik plotu anlama, anlatma izleme motivasyonunun sadece katili. O yüzden bu mevzu boş bomboş geliyor maalesef. Zaten o bebeğin Ferit’ten olmaması gerektiğini sağır sultan biliyor. Zaten bana kalırsa bu fazla zafer vibe’ı Halis’teki ve o kızdan bu plotun nasıl sonuçlanacağının da cevabı. Ne demişler en büyük hezimet kolay yoldan zaferi elde ettim sananlarındır.
Neyse gelelim Halisin ‘kibir’ günahını Ferit’e aktarmasına… Buradaki aktarma farklı, Gülgün ve Orhan gibi günahını Ferit’e yansıtması gibi değil, bağımlılığını yüzüne vurmak. Taa ilk bölümlerden beri vurgusu ‘Ben olmasam sen nesin Ferit?’ Her şeyin benim, o yüzden senin kararların değerlerin ve isteklerin de benim doğrultumda. Beylik lafların boş lakırtıların umurumda değil sen bana ‘varlık’ gösterememiş, birey olamamış bir bağımlısın. Halis her zamanki gibi kendini tanrılaştırmış; ‘çizdiğim kaderde yürümedin Ferit.’ diyor. İşte burası önemli Ferit de Seyran gibi ona başkalarının çizdiği kaderi yaşamayacak. Yoktan var edecek ve kendi kaderini yaşayacak. Ve Ferit dediğini yapacak Seyran’ın yanına gidecek ve Halis’in dediği gibi adam olarak kendi ayaklarında durarak dönecek; işte o zaman bu ihtiyar aile neymiş görecek!
Bölüm boyunca Ferit’in karşısındakilerin anlamadığı tek bir şey vardı: Ferit Korhan kaybetmişti. Ve kaybetmeyi sevmeyen o çocuk olarak değil, Seyran’ın Ferit’i olarak Seyran’ı kaybetmişti. İnkâr etmedi kaybettiğini kabullendi ve kabullendiği için çabaladı tekrar kazanmaya. Öfkeli değildi, canı acıyordu yalnızca ama inancı da vardı. O yalıdaki tek masum bağ olarak gördüğü sevgilerine inanıyordu… Ve o bile kendini tanıyamazken herkes onu geçmişte bir ‘ben’lik sahibi bile değilken hırsları ve ihtiraslarıyla hareket ettiği zamandaki davranışlarıyla yargılıyordu. Ama o artık bambaşka biriydi, o Seyran’ın işlediği bir Ferit’ti…
Bu bölümde en nefret ettiğim sahne Ferit’in güya ‘kıskançlık’ sahnesiydi. Bakın anlatıda yüzleşmeler ve arınmalar işleniyor ve Ferit şiddetten tam manasıyla bu bölüm iki kez yüzleşmek istediği ama yüzleşemediği Kazım’la yüzleşerek arınacak bunu anlıyorum. İnsanlara güveni geçmişte en güvendiği onu ‘büyüten’ insanların istismarıyla zedelenmiş, onu da anlıyorum. Hatta kıskançlıktan çok bir şey olursa korkusu vardı buna da okey ama günümüzde yüzlerce kadın böyle korkularla yaşamak zorunda kalmışken, siz esas çifte böyle bir sahne yazamazsınız. Veya gelip sadece polisi ararım dedirtemezsiniz oraya o polisi getirmek ve milyonlarca korku içindeki kadını rahatlatmak zorundasınız. Bu sahneyi cidden kınıyorum, çok aşağılıkça olmuş.
Evin dışındaki konuşmaları da kavga anı konuşmalarıydı; ikisi de birbirini anlamadı, sağlıklı iletişim kuramadılar. Fazla üstünde durmak istemiyorum o yüzden.
Seyran’ın koşulsuz destek görmesi, birileriyle paylaşım yapabilecek olması beni çok rahatlatıyor. Acımasız gerçekçiliğin sadece Seyran üstünden işlenmesi can sıkmıştı zaten. O yüzden ben tozpembe bir arkadaşlığa ve desteğe çok okeyim.
Suna Seyran sahneleri cidden gerilimi yüksek sahneler bence güzel bir dinamizmi var. Zorundalıklar ve seçimler… Seyran ve Suna’nın hayatında en net sınır bu. Seyran bir şeylere mecbur bırakılmışken Suna kendi tercihlerinin sonucunu yaşamış olacak. Ama Suna gözünü öyle bir karatmış ki yüreğinin kararması da an meselesi. Kendi kusurlarını göremeyecek kadar kaybetmiş kendini çünkü. Yusuf’u Seyran’ın başına bela ettiğini, Pelin’i görüp söylemediğini unutmuş bile… Seyran’ı mutsuz edenin sadece Ferit olmadığını biliyor ama bilmezden gelmek işine geliyor. Yalıdakilerin tepkilerinin daha doğrusu tepkisizliklerinin zamanında yaptıklarının Seyran’ın nasıl canını yaktığını çok iyi biliyor ama yediremiyor kendisine. ‘Kaya ile Ferit’i karıştırma!’ diyorsun ya Suna, aynen öyle Kaya iyilik maskesine sığınan bir kötü, bir oyun kurucu ama Ferit kötülük maskesine sığınan bir iyi ve bir mağdur. Kaya iyi bir illüzyonist ve bir şekilde Suna’nın güvenini kazanıyor.
Seyfer’in son sahnesiyle devam edelim. Seyran’ın kendi kalbiyle de Ferit’le de veda edebilmek adına böyle konuşması şarttı. Ferit’i en korktuğu yerden vurdu: Hep Seyran’ın gözünde herhangi biri olmaktan korkan Ferit Seyran için herhangi biri oldu. Bu onun için en ağır darbeydi.
Ama Ferit’in bu tavrından korkmadım ben. Çünkü Ferit öfkeli ya da intikam ister şekilde değil bu sefer. Bu sefer o çok güvendiği sevgi bağının da koptuğunu gören ve kaybetmeyi iliklerine kadar hisseden, zorlamanın manasının olmayacağını anlayan… Kaybeden Ferit bölüm başındayken, kaybettiğini kabullenen Ferit bölüm sonundaydı. Son bağları sevgiyi tükettiğini söyledi Seyran. Artık bitti her şey…
Yazıyı en sevdiğim sahneyle noktalayayım. Yinyang felsefesi içinde iyi ve kötüyü barındıran insanların dengesini bulmasıyla önce ben yolunu sonra varlığını tamamlayan zıddıyla biz yolunu bulmasını anlatır.
“Kainatta Allah’u Teâlâ zâtıyla, onun dışındaki her şey zıttıyla kaîmdir. Yaratan tektir, yaratılan çoktur. Yüce Allah’ın tekliği bizim acizliğimizin de bir göstergesidir. Beyaz varsa siyah da var. Hatta siyah, beyaz var olduğu için var. Gündüz varsa gece de var, aydınlık varsa karanlık da var. Hem içimizde hem dışımızda zıtlıklarla dolu koca bir evren yatar. İnsanoğlu amelleri ile ruhundaki karanlığı aydınlatabileceği gibi, kötü emelleri ile ruhunu zifiri bir karanlığa mahkum da edebilir. Ama unutmayın ki gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden önceki az önceki zamandır.”
Halis bu sözleriyle içindeki niyetleriyle iyi ve kötülüğü seçen yalı eşrafını ve biz olabilecek tek çifti göstermiş SeyFer fotosuyla. Ve sözlerini gecenin en karanlık anının şafak sökmeden önce olmasıyla bitiriyor. Birinci detay gece ve gündüzün karıştığı andır şafak. Seyran ve Ferit’in kavuşumu ve dengesi yani. Bir diğeri ise bu karanlık ve felaketli günlerin ardına güneşin doğacağını ve tüm kuvvetiyle aydınlatacağına vurgu…
Göz atmanızı öneririz: Yalı Çapkını Bölüm Yorumları