Ekranlarda tekrar dizilerin haricinde üzerinde konuşacak bir şey olmayınca elimizdeki üzerine kafa yoracak tek taze proje Netflix Aşk 101. Üstelik karakterlerden “Osman gay mi?” ile dizi başlamadan başlayan tartışmalar, kapıyı kimin çaldığına (anket için tıklayınız) , bu ekibin 20 yıl içinde neden ayrı düştüğüne dair teoriler ile devam etti, Aşk 101 Sinan neredesin soruları ile de epeyce devam edecek. O zaman söyle bana Netflix; Aşk 101 2.sezon ne zaman?
İlk değerlendirme yazısı AŞK 101 – Sövdüm Ben Dünyaya altına gelen bu yorumu ayrıca yazıya taşımak istedim. Yorumu kaleme alan Kore “Tüm sezonu tek seferde izleyince cidden konuşacak çok fazla da şey olmuş oluyor, bu yüzden biraz uzun olacak.” diyerek başlıyor yazısına. Keyifli okumalar…
Netflix’in Türkiye dizileri arasında kesinlikle en iyisi Aşk 101 olmuş, zaten dram en iyi yaptığımız şey. Tabi benim de senarist olarak Meriç Acemi adını görünce tüylerim diken diken oldu . Sonuçta Burcu’yu finalde o ex-nişanlıya elma soyarken ve hafta sonu gezdirilirken de görebiliriz demek bu. Ama şu an için elimizde iyi bir şey var. Aşk 101 ikinci sezon var ise, artık kısmet diyoruz n’apalım^^
Aşk 101’e gelecek olursak; evet ana aksta tematik bir hikaye yok, bu bir yolculuk ve biz buna eşlik ediyoruz. Onlarla birlikte kendimizinkine de yeniden dönüyoruz ve bu bence oldukça hoş…
Gelişimde ‘ergenlik’ dediğimiz dönem benim en esrarengiz bulduğum dönemdir. Çünkü düşününce en alaya aldığımız zamanlar olduğu halde insan hayatında kendisine bir daha asla o kadar değer vermiyor, merkeze koymuyor gibi gelir bana. Kendini kum tanesi olduğun okyanusta aslında okyanusun kendisi sanmak, her şeyi yapabilecek güçte hissedip asla kendine zarar geleceğini düşünmemek, o korkusuzluk, hiçbir kuralı tanımak istememe hali, en küçük aykırılıkta bile kendini Süpermen gibi hissetmek ve herkesin bu kahramanlıklarını izlediğini zannetmek ya da her şeyin ama her şeyin sadece kendi başına geldiğini, dünyanın en büyük acılarını sadece kendinin çektiğini sanmak… Gerçi son kısmı o kadar da sanrı olmayabiliyor. Özellikle kişi başına düşen milli trajedi gelirinin bu kadar yüksek olduğu bu coğrafyalar dizisinde. Hem zaten her yaşam kendi trajedisini oluşturmuyor mu ?
Ama yine de herkes tarafından izlendiğini düşünürken; toplu kopya çekmek, arkadaşınla kağıtlarını değiştirmek, sınav sorularını çalmak, kendi kendine krizler falan geçirip bi’ yerleri kırmak, cama yumruk atmak ya da bayılmak, yangın merdivenlerinde kaçak sigara içmek, evden çıkınca eteğini katlamak, o kravatı bağlamak yerine ille de boynuna asmak, ya da yakaya çekmeden bir karış aşağıda tutmak, bir iki düğmeyi mutlaka açık bırakmak, bahçede flörtleştiğin çocukla el ele tutuşmak, dersi kırmak, okuldan kaçmak, okula sipariş vermek, okula gizlice içki sokmak, çıkışta diğer okulla toplu kavgaya girişmek, arkadaşın için kavga etmek, yumruk yemek vs. hepsi kendini bambaşka hissetmeni sağlamıyor muydu? Adına ne dersen de; farklı, özel, asi, aykırı ama düşün en az birini bile yapmadın mı? Doğru ya da yanlış davranıştan bahsetmiyorum ama bugün oturup izlerken söylenebilecek tek şey bu mu farklılık oluyorsa, tebrikler sen büyümüşsün, çünkü unutmuşsun!
Bu yüzden o zamanlar o sıralarda otururken de duyduğumuz ve bugün o sıralara bakarken, kendimize veya çocuklarımıza söylediğimiz: “Biz de o sıralardan geçtik çocuklar, sizi çok iyi anlıyorum!” ya da “Biz de genç olduk!” gibi cümleler çok sık duyduğumuz yalanlardı. Evet yalan, çünkü aslında gördüğünüz gibi nerdeyse hiçbiri hatırlamaz o yılları ve yaşadıklarını. Hatırlıyor olsalar bu kadar kör olamazlar bilirsin, nasıl olup da unuttuklarına ise akıl erdiremezsin, ta ki büyümenin kendinden ayrı düşmek olduğunu öğrenene kadar.
Hepimiz için bulunduğumuz çevre ve şartlara göre belirli kalıplar oluşturulmuştur. Bizden de onlardan birini seçmemizi isterler, ‘normal’ olan budur. Senin için çıkarılmış bu kalıplar yerine başka bir şey istersen ya da sunulanı yetersiz bulursan “nesi var bu çocuğun bi’ acayip” bakışını yersin. Daha ileri gidersen ıslahın için gerekli adımlar atılır. Sonuçta ‘normal’ olmak kötü bir şey değil ki bu itirazın neye !
Ha varsa bir itirazın üzülme senin içinde oluşturulmuş kalıplarımız var: ‘Kötü çocuk’, ‘ipse sapa gelmez’, ‘evde kalmış’ seç beğen al, yani hizmette sınır yok.
Kimsenin istediği hayatı yaşamadığı ,istediği işi yapmadığı ve asla mutlu olmadığı ‘normal’ denilen düzenin peşinden gitmeyip de, kendin olmak istediğin, sevdiğin işi yapıp, istediğin hayatı yaşayarak yakalayıp yakalayamayacağın belli olmasa bile mutlu olmanın peşinde koştuğun bir yol seçmek istersen, sevdiğim ve yeteneğim olan bir işi yapmaktan daha öte olan potansiyelim ne bunu bana bi’ açsanıza diye sorgularsan vay haline …
İşte büyük soru: İtirazın var mı ?
İzleyeceğimiz bu yolculuk bana göre bu sorunun temelinde açılımlara sahip. İtiraz edecekler mi? Edeceklerse nereye kadar ? Sonuca erdirecekler mi pes mi edecekler? ‘Düzene’ geri mi dönecekler ? İtiraz etseler de bir sonuca ulaştıramadıkları için savrulup gidecekler mi ?
Şu an sadece kendi içlerinde hayatlarındaki sorunlara içten içe neden dedikleri, cevaba bir türlü ulaşamamanın verdiği hırçınlıkla çeşitli tepkiler verdikleri aşamada karakterlerimiz. Ya bu işin bi’ dengesini bulup mutluluğu yakalamanın kimseye zarar vermeyen ama kendinden başka kimseyi de gereksiz yere tatmin etmek zorunda olmayan belki zor belki kolay gelişecek belirsiz yoluna düşecekler. Ya da ruhlarını girişte asıp düzen denen sürüye katılıp ‘normal’ olacaklar. Yani aynada kendilerinde gördüklerini değil başkalarının onlarda gördüklerini gerçekleştirecekler. Bu görüş zengin koca bulup örnek evlilik yapmakta olabilir, sonunda hapse düşeceği belliydi bak yaktı başını dediğimiz bir suçlu da…
Aşk 101 karakterlerine göz atarsak;
A benim teoride derya deniz, pratikte çömez evladım. Mevlana ile Şems’in bir hikayesi vardır;
“Bir gün Mevlana’nın karşısına bir adam gelmiş. Mevlana devrin en bilgin, en eğitimli kişisi; okumadığı kitap yok, kütüphanesinde olmayan kitap yok, sayfaların arasında dünyayı öğrenmiş ermiş adam. Bu yeni adam Mevlana’nın karşısına geçmiş demiş ki; “Bende öğrenmek istiyorum seninle, bana en önemli, en iyi üç kitabını göster.” Mevlana kuşkulu işaret etmiş üç kitabını, canı gibi sevdiği asırlık üç kitabını. Adam o üç kitabı şöyle bir gözden geçirmiş, sonra elinin tersi ile oradaki havuza atmış. Mevlana çılgın gibi kitapları kurtarmaya koşmuş; kitaplar suda eriyor, mürekkepler suya karışmış, kapaklar bozulmuş büzülmüş… Adam kolundan tutmuş Mevlana’yı ve demiş ki; “Aradığın şey o kitaplarda değil, aradığın şeyi okuyarak bulamazsın. Sende eksik olan şeyi gözlerinle tamamlayamazsın. Aradığın şeyi dünyada arayacaksın, aradığın şeyi yüreğinle bulacaksın. Dünyadaki tüm kitaplar, tüm hesaplar, akıl oyunları, sayfalarca laflar sevginin yerini tutmaz. Okuyarak öğreneceksin ama severek anlayacaksın.”
Gerçekten hiçbir şey öğretmemişler ki sana. Ne acı kendi kararlarının arkasında duramayan insanların kararıyla dünyaya gelmek. Dışardan bakınca kim nedir anında çözebilirken, bir şeyin öznesi haline geldiğinde takılıp kalmak.
Ben de kendisi için tespitimi aynı yönde kullanıyorum: kesinlikle umutsuz vaka değil . Bi’ kere ‘iyi’. Sadece iyi görünmek gibi bir derdi yok ama özünde iyi evladımız. Sevmekle başladı bile anlamaya, yaşamaya …
Cisimleri görmeyi, renkleri ayırt etmeyi sağlayan fiziksel enerji demekmiş ışık. Belki bu yüzden önünü görebilen gitmek istediği yol ile seçtiği yol aynı olan tek kişidir. Ve hatta belki o yüzden birbirinden bi’ haber kendi halinde olan grubumuz onun etrafına toplanınca bir süre için önünü görebilmiş ve gerçekten istedikleri ile yürüdükleri yolun ayırdına varabilmişlerdir. Yolu görmek için ışık önemli tabi…
Adı gibi kızımız. İhtiyaç duyduğunda kendi gerçeğini kırıp dökmeden anlatabiliyor. Karakterler bir tahterevallinin üstünde olsa, ortadaki denge halidir Işık. Ruhunun iki ucu arasında dengeyi kurabilmiş, ne boş veriyor ne saldırıyor ne kaçıyor. Durup kendisini ifade ediyor. Soruyor, “neden?” diyor, sorguluyor.
“Neden böyle yapıyorsun Sinan?”
“Ailen ile yaşamamak kalbini kırıyor mu?” (Böyle bir soru ancak bu kadar naif, rahatsız etmeden sorulabilir )
“Neden öfkelisin Eda?”
“O gün benim arkadaşımı dövüyorlardı biliyor musunuz?”
“Bize özür diletmekteki ihtiyacınız niye?”
“Sen neden sürekli fındık yiyorsun Osman ?”
Ve gerçek sorular soran tek kişinin annesi dedi diye her şeye inanmakla suçladıkları kız olması…
Bir laf vardı; bir insana birine aşık olduğunu söylersen olur gibi bir şey. Ya da daha bilindik hali ile bir şeyi kırk kez söylersen olurmuş. Kerem bu yöntemin deneyi gibi. Belli ki hayat boyu “sen bir işe yaramıyorsun, zaten niye yarayasın; baban zengin” denmiş. Hayır ne tür bir beklenti ile çocuk yapmış bunlar anlamak mümkün değil; 6 aylıkken konuşmasını falan mı bekliyordunuz? O devirler de geride kaldı halbuki. Kerem 2+2 =4’lük bir karakter. Değil bir çocuğa bugün, şu an şu dakika herhangi birini bu kadar aşağılayıp, hor görüp ,yerersen; sonucu şiddet olur, öfke olur. Kerem bir cinayettir.
“Nasıl iyi olunur henüz öğrenemedim ama
‘İyiyimler’ yamaladım dilime.” – Özdemir Asaf
Gerçekten kızına bir evlat değil de, zamanı geçmeden fiyatını artıracak birkaç etiket yapıştırıp, sonra da değerini kaybetmeden elden çıkarılması gereken bir ziynet eşyası gözü ile bakan kadın öyle diyor diye; başkasının dekore ettiği bir hayatta, başkasının dekore ettiği bir kimlik ile son nefesine kadar rol yapabileceğine inanıyor musun? Anneni bu konuda yetkili merci yapan ne, neye dayanarak yani?
Neden sıkıca tutunmadın ki? Sanki tutuyor gibiydin de üstelik… Neden bıraktın? Halbuki asıl sermaye elindeki hayattır ve sen onu mutluluğa çeviremedikten sonra anlamı ne ki ? Merak ediyorum alışkanlık olmuş bir “iyiyim” in altında yatan yolculuğunu…
Sen gerçekten ‘özel’ bir çocuksun. Babanın dediğine göre de zaten hep öyle olmuşsun. Sana bakınca gerçekten bir şekilde insanın içinde ‘saygı’ hissi oluşuyor. Öyle ki “bir gün çocuğum olacaksa böyle bir çocuğum olsun” bile dedim. Ama baktığın zaman görünürde bunu bu kadar istetecek bir şey yok. Bu yüzden bu hissimi sorgulamak zorunda kaldım. Ve saygımın gördüğüm değil, hissettiğim savaşına olduğunu anladım.
Sen gerçekten de doğduğun andan beri sana verilen yolu değil, kendi çizdiğin yolu yürümek istedin değil mi? Tüm bu saygı uyandırma başarısı aslında senin bile isteye olmasına çabaladığın bir şey, kendiliğinden falan olmuyor. Bunun için savaşıyorsun aslında. Sana saygı duyulmasını istiyorsun. Tüm bu başarılı ve paralı olmak, yani paranın gücü ile kendiliğinden gelecek olan şey yargılanmama gücü değil mi? Yoksa hayati ihtiyaçlar için o kadar da paraya ihtiyacın var gibi gelmedi bana. Daha güçlü bir şeyin peşindesin. Kimsenin tek laf edemeyeceği, yüzde yüz senin egemenliğinde olan bir hayat. Ama bunun bu yolla böyle olması gerektiği sonucuna hangi tecrübe ile vardın? Senin hikayenin kilidi de orada değil mi? Acaba görebilecek miyiz sen yokmuşsun gibi davranmak isteyenler daha seni görmeden pis salyalarını akıtmışken…
Sana SAYGI duyuyorum Osman! Hem de kucaklar dolusu, dünyalar kadar…İnşallah senin gibi özel bir çocuğum olur.
SAYGI tüm mesele değil mi?
Kendilerine saygı duymayan insanların asla arkalarında durmayacakları kararlarla dünyaya getirdikleri çocukları, kendilerine saygı duymayan diğer insanlarla birlik olup, kendilerine saygısı olmayan insanlar haline getirme mücadelesi. Ve nihayetinde asla köküne inemediğimiz ve kucağımızda kocaman bir kördüğüm halinde duran evrensel bir sorun yumağı.
– Ahlaki ikilem diye bir şey vardır. Osman’ın daha ilk bölümde ^Ödev Yaptırma A.Ş’sinin ortaya çıkması ile aklıma geldi. Kimsenin alnına silah dayamadan, herkese payını vererek para ile ödev yaptırmak isteyenlerin ulaşabileceği bir küçük işletme oluşturmuş. Kendisi yakalanınca siciline bir çentik daha yiyor. Ama merak ettiğim şey şu para ile ödev yaptırma peşinde koşanların hiç mi suçu yok ?
-Burcu. Ah bir kadın olarak sen, ben, hepimizin içinde olduğu tanıdığı o savaş: ‘Kızım bak yaşın geçiyor, sonra seni kim ne yapsın bir an önce evlen yuvanı kur.’, ‘ Bak bizim bilmem kimin bir oğlu var bi’ tanışın konuşun ille hemen evleneceksin diye bir şey yok tanış önce’ diye başlayıp devam eden o muhteşem ve acımasız manipülasyon. Korkarak savaşırsın, gerçekten doğru mu pişman olur muyum diye bir yerde pes ettiğin anda yüzük parmağındadır. Sen gık desen “aman işinde gücünde iyi çocuk işte evine barkına bakar daha ne istiyorsun” olur. Öylece gider adı evlendi olsun diye evlenirsin. Sonra her şey çok sıkıcı gelir, tüy diker çoluk çocuk yaparsın; derken kendini hiç kimseyi tanımadığın iğrendiğin biri ile nefret ettiğin asla sana ait olmayan bir hayatın içinde hapis bulursun. Memnun olmazsın bir noktadan sonra, bu memnuniyetsizlik ağzından yüzünden akar. Aktığı gibi de herkesi boğar. Sonra boşanmalar ayrılıklar şimdi ben ne yapacağım nasıl yapacağım boşluğu, aaa bir de çocuk yapmışım şaşkınlığı .
Halbuki ne gerek var bu kadar hasara; neresinden dönsen kardı, döndün şükür. Çok ta sabırlı bir insanmışsın ben yüzümüze kara çaldın diyen ailemin ben sizin yüzünüze der ….
-Işık’ın bir yetişkin olarak dediği gibi ne kadar da çocuklar gerçekten, Burcu bile. Hayatın ayarları ile oynayabileceklerine inanıyorlardı. Burcu da buna alınıp hislerini sorguladı . Halbuki her şeyin üstünde bir kader vardır. Olması gereken bir şey varsa olur. Olmayacak olan ne yaparsan yap olmaz. Tüm o çocukça oyunlar bunlar kimseyi kimseye aşık etmez. Eğer olmayacaklarsa.
-Kerem ve Eda’nın bir noktada yollarının ayrılmasını anlarım. Neden diye soracağım hiçbir şey olmaz, çünkü kendi karakterleri buna nedeni verir kolayca cevaplarsın. Ama Işık ve Sinan’ı o kadar kolay cevaplamıyorum.
“Sinan öldü mü?” dedim önce ben de. Ama sonra buna inanmadım pek çünkü Işık konuşurken “Lütfen gel, bu seferde aynısını yapma.” tarzında cümleler kurdu. Yani bunu Osman’a Eda ya falan söylüyor olamaz, konuşurken anlatırken muhatap olduğu kişi Sinan. Öldüyse bile bunun intihar falan olacağına inanmıyorum. Hayatın her şeye rağmen güzel olduğunu hissetmişken buna uzak bir karakter bence. Gerçi belli olmaz neyi ne zaman ne kadar taşıyabildiğin ama içimi acıtıyor kendisi ve iyi olsun istiyorum . Dışarda iki erkek var sinyali verildiği halde kendimi buna inandırmak istemiyorum Sinan ölmesin diye nere başvuruluyor? Burcu da bir gün birinin intihar haberini okursanız dedi zaten…
Ben yine de bu noktada da karaktere dönüyorum:
“Ormanda bir kus hızla donuyordu.
aşık olduğumuz zaman
yürek denen ormanda
ya da orman boşluğunda
bir kus anormal bir hızla döner
ve kaçmamız gerektiğini söyler bize
çünkü her şey çok fazladır
kendi etrafında nefes kesici bir bicimde
donen bir kus kendini ve etrafındakileri
yaralar; tehlikedir onun adi
bunun için aşkı hiç kimse
insanın kendi arkadaşları bile
istemez.
kumrular sakindir bir tek.
ben kumru değilim.
sen de.
bunun için birbirimize yaklaşamayız.”
Şiiri okurken son mısrayı söylemedi Sinan : “bunun için birbirimize yaklaşamayız”
Eda kendisi için analiz istediğinde Sinan için “sen de korkaksın.” tespiti yaptı. Farklı yollardan ve nedenlerden olsa da temelde evet, o da ‘korkak’. Bu yüzden sebebi burada ararım sanırım. Yani ortalıkta olmamasını, yolların ayrılmasını, onun da korkaklığına bağlamak istiyorum.
Ve Eda ile Işık yıllar sonra yalı da konuşurken Eda “sence hepimiz neysek o muyduk?” gibi bir şey diyor ve Işık da “galiba öyle” diyor. Eda ve Işık’a baktığımızda anladığımız kadarı ile gerçekten de ne olmalı diye düşündülerse, öyle bir hayatın parçası olmuşlar.
Bu durumda ben diğerlerinin de aynı yönde ilerlediklerine yoruyorum bunu. Yani istedikleri değil de onlara biçilen hayata daha yakın gibiler. Eda mutsuz da olsam elimde bir şey olsun kafasında böyle yaşıyor. Işık da sevmediğim biri ile dünyayı gezeceğime Kumburgaz’da boklu denize girerim demiş ki mutluluğun peşinden koşmaya ama sahtesi ile avunmamaya devam ediyor. Diğerlerinin planları da büyük ölçüde tutmayacak o zaman. Eh büyümekte kararları tamamen kendinin vermediğini fark etmek demek zaten, belki de bu yüzden kendini bir daha asla o yaşlardaki gibi her şeye muktedir hissedemiyorsun.
Ama ben 4 değil üç mektup gördüm başta, diğerleri devam görüntüleri bence: dışarda iki erkek var; biri hapiste, biri çiftlikte idi. Sonra birini pilav yerken diğeri içinde adliye görüntüsü gördük. Sinan da avukat olursa eyvallah, bana uyar: ama ölmesin.
Aşk 101 diğer yazıları için tıklayın…
Deha 9.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.