Baht Oyunu 5. Bölüm reytinglerde Total’de 3,40 reyting, AB’de 2,94 reyting ve ABC1’de 3,17 reytingle her üç grupta da gün 2.si ama günün en çok izlenen dizisi oldu. Bölüm yorumu konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Bu haftaki yazımın başlığı olarak bölüm sonunda Bora’nın Ada’ya söylediği bir sözü seçmemdeki en önemli neden, bu hafta bir batıl inancın peşinden yıllarını heba ettiği adamı geri kazanmak ya da ondan intikam almak isteyen Ada değil; Bora’nın ona tanıdığı fırsatı değerlendirip çocukluk hayali olan yazarlığa odaklanan Ada olmayı tercih etmesinden. Ada belki de çok uzun bir zaman sonra ilk kez kendisi ve de hayalleri için bir şey yapmaya karar verdi. Karşımda yazısını yazarken kendine ve parmaklarına güvenen bir Ada vardı. Ki en başından beri olması gereken de buydu. O yüzden de bu yazıda ona hayallerinin peşinden gitmeyi öğreten Bora ile olan sahnelerine odaklanmayı tercih ettim. #AdBor çiftinin adım adım kaçınılmaz sona doğru yürüyüşlerini dillendirdim.
Bora’nın söyledikleri yüzünden bir hışımla Doğrusöz evini terk eden Ada’nın o kızgınlıkla düz yoldan gitmek yerine orman yoluna sapmayı tercih etmesi tam da Ada’ya yaraşır tarzda bir hareketti. Ne de olsa Ada sağ kulağına sol koluyla ulaşmaya çalışan bir insanın mezhebine sahip. Öyle olması gerekmediği halde karşısına çıkan her sorunu bilinçsizce kendisi için zorlaştıran yapısı Ada’nın başının sürekli belaya girmesinin de en büyük sebebi.
Ada’nın ormanda kaybolması -en az onun kadar yön duyusu gelişmemiş bir insan olarak- bana çok inandırıcı geldi. Hem bütün ağaçların birbirine benzediği kocaman bir ormanda insan kaybolmasın da ne yapsın? Benim için asıl şaşırtıcı olan kızı kendisinden uzaklaştırabilmek için elinden geleni yapan Bora’nın tam da bu amacına ulaşmışken gönlünü almak için Ada’nın peşine düşmesiydi. Bora’nın dördüncü bölümündeki tavırlarının aksine kendisinin kibar bir adam olduğunu unutmamakta fayda var. O bacağıyla Ada’nın peşinden ormanın derinliklerine kadar inmesi bir yana Ada’yı bir sonraki hamlesinin ne olabileceğini tahmin edebilecek kadar da tanımış olması takdire şayandı.
– “Keçi, keçi, inatçı keçi. Niye orman tarafına gidiyorsun? Üst taraf yol alt taraf orman. Neden ormanı seçiyorsun mesela. Yer, yön duygun da mı yok senin? Ondan mı eksiksin ondan da mı mahrumsun?”
-“Yok, valla. Nereden bildiniz? Bizimki daha sağını, solunu ayrıt edemez.”
-“O şimdi kesin buradan gitmiştir. Düz yolu tercih etmez kesin. Ada’yı biliyoruz hepimiz. Ben buradan gidiyorum. Siz düz devam edin. Tamam mı? Bulan bir şekilde haber versin, tamam mı?”
Bora şu kısacık zaman dilimi içinde Ada’yı o kadar iyi tanımış ki kendisinin düz yoldan gitmeyeceğini tahmin ederek onu koskocaman ormanın içinde eliyle koymuş gibi buldu. Gerçi tam da onu bulduğu anda Ada’yı arkasından atıp tutarken bulmasaydı daha iyi olurdu. Ama Ada o kadar şansız ki ne zaman Bora hakkında atıp tutsa anında Bora’ya yakalanıyor. Bora’nın geldiğini belli eden ağaç dalı atma hareketi epey havalıydı. Bunlar daha patron ve asistanken böyle kavga ediyorlarsa gerçekten sevgili olup atıştıklarından nasıl alev alacaklar şimdiden merak ediyorum.
Ada ne zaman yanında olsa başının belaya girdiği konusunda Bora’ya ne kadar hak versem az gelir. Gönül isterdi ki Bora ve Ada’nın ormanda yalnız başına oldukları daha fazla sahne izleyebilelim. İki aşığın ormanda kayboluşu seyir keyfi çok daha yüksek sahneler çıkartabilirdi ama Bora gibi bir adamın ormanda kaybolmasının pek mümkün olmadığının farkındayım. Hele de o ormanda düzenli olarak koştuğu düşünülürse ama burası askeri bölge deyip jandarmalar tarafından alınmalarını da beklemiyordum. Kesinlikle klişe olmayan bir değişiklik olmuş, tebrik ederim.
Başına sürekli dert açtığı ve her seferinde kendisine sus ikazında bulunmak zorunda kaldığı halde Bora’nın -kaba olduğunu söyleyen izleyicilerin aksine- onları karakola taşıyan araçtan inerken Ada’ya öncelik vermesi ve tam Ada tökezleyip düşmek üzereyken ilk tepkisinin onu tutmak olması büyük bir kibarlıktı. Bora ne derse desin istemsizce de olsa kendisini her düştüğünde Ada’yı tutmaya ve onun düşmesine izin vermemeye programlamış. Restoranda Ada’ya ayakkabısını giydirdiği zamanki gibi “modern dünya prensi” olma rolünü sürdürüyor.
Ada ile Bora’nın orman yolculuğunun karakoldaki parmaklıklar ardında bitmesini hiç beklemiyordum ama meğerse #AdBor çiftinin birbirini daha iyi tanıyabilmesi ve derin bir sohbet edebilmesi için tek gereken de buymuş. Bora her ne kadar en başında parmaklıklar ardına düşmesine neden olduğu için Ada’ya çeki verip ilişiğini kesmek istese de Ada’nın “yazarlık hayallerinden” söz etmeye başlamasıyla aslında o kadar da farklı olmadıklarını anlamaya başladı.
Ada’nın daha önce tanıdığı hiç kimseye benzemediği o çeki almayı kabul etmemesinden belliydi. Dünyayı maddiyat olarak gören hiç kimse Ada’nın bunu nasıl ve neden yaptığını asla anlamayacaktır. Ama ben onu çok iyi anlıyorum. Dünyada maddiyattan daha değerli şeyler var: Maddiyatın asla satın alamayacağı prensiplere sahip olmak ya da gerçekleştirmek için can attığın birtakım hayallerinin olması gibi. Ada da bu dünyanın hayalperest ilan ettiklerinden.
-“Sadece iyi bir yazar olmak istemiştim. İnanmıştım buna. Zaten başıma ne geldiyse inandıklarımdan geldi.”
-“Ne geldi senin başına?”
-“Bir önemi yok. Hiçbir önemi yok. Ben sadece kaybettiğim zamana üzülüyorum. Şimdi de dört elle sarılıyorum. İyi bir yazar olmaya çalışıyorum ama telafi etmeye çalışıyorum ama kaybedilen zaman telafi edilmiyor ki.”
Ada’nın artık Rüzgar’ı geri kazanmaya çalışmadığından çok eminim. Rüzgar’a her baktığında ve onu Tuğçe ile her gördüğünde canı hala acıyor ama Rüzgâr onun için artık sadece bir “pişmanlık”. İlişkiler bittiğinde hep öyle olmaz mı? Kadın önce üzülür ve adamı ne çok sevdiğini düşünür ama üstünden belli bir zaman geçtikten sonra aslında onunla heba olan yıllarına ve bu ilişkiye verdiği emeğe üzüldüğünü anlar. Vazgeçememek dediği şey de ilişkilerinin yürümeyeceğini kabul ettiği taktirde bu ilişki için harcadığı tüm zamanın da boşa geçtiği gerçeğini kabullenmekten kaçınmadır. Çünkü Ada’nın Rüzgâr için harcadığı o üç yılı bir daha geri almasının artık hiçbir mümkünatı yoktur.
Ada bir daha asla geri alamayacağı o 3 yılın sebep olduğu yıkımın ardından yeniden hayatının odağına kendini ve hayallerini koymaya çalışıyor. Ve ben bu gözü yeni açılmaya başlayan Ada’yı çok seviyorum. Çünkü bu Ada birini gerçekten sevmeden önce kendisini sevmesi gerektiğini yavaş yavaş da olsa öğrenmeye başlıyor. Çünkü bir insanı sevebilmenin ön koşulu önce kendini sevebilmektir. Ama kalbi bir kez kırılmış insan için bunu yapabilmek çok zor.
“Biliyordum. Kırık bir aşk hikayen olduğunu. Seni daha ilk gördüğümde anlamıştım. Hastanede de söylemiştim, hatırlarsan. Ama ben unutmuşum.”
Kalbi en az bir kez kırılmış her insan kendi gibi kalbi kırılmış herkesi gözlerine çöken bir parça hüzünden tanırmış. Bora da kalbi en az bir kez kırılmış bir insan olarak Ada’nın çektiği acıyı en iyi anlayan ve en içten hisseden insandı. İlk hastanede sonrasında da restoranda sarhoş olup mikrofonu eline aldığında Ada’nın gözlerinde gördüğü o hüznü her zaman ciddiye aldı. Ama bu sahnede Bora’nın gözlerinde Ada’ya karşı sadece anlayış değil; aynı zamanda da kalbini kıran adama karşı bir kıskançlık vardı. Farkında olmadan Ada’yı daha önce âşık olduğu adamdan kıskanıp surat asan bir Bora vardı karşımda. Bir de o insanın Rüzgâr olduğunu bilse kıyametleri koparırdı.
Ancak bütün yaşadıklarına rağmen -bütün bu tutuklanmalar ve hücreye atılmalarına rağmen- Komutan’ın odasına telefon hakkını kullanmaya giden Bora ile tekrar hücreye dönen Bora arasında çok keskin bir fark vardı. Hücreden çıkınca daha iyi düşünmeye mi vakti oldu yoksa Komutan’ın yanına gitmeden önce Ada’nın yüzünde gördüğü bakış mı etkili oldu bilmiyorum ama döndüğünde bir karara varmış ve Ada’nın ikinci bir şansı hak ettiğini düşünmüş daha ılımlı bir Bora vardı karşımda. Üstelik artık Ada’ya bağırmaktan ve uzaklaştırmaya çalışmaktan vazgeçmişti.
Ada’nın türlü sakarlıklarına ve beceriksizliklerine rağmen doğal ve her düşündüğünü dürüstçe dile getiren bir insan olması Bora’nın hoşuna gidiyor olmalı ki ne kadar kızgın olursa olsun, Ada’nın yanındayken hücrede bile olsa bir şekilde yüzü gülüyor. Seven insan sevdiğinin hayallerini gerçekleştirebilmesine köstek değil; destek olan insandır ya Bora da Ada’nın hayallerini gerçekleştirebilmesine yardımcı olmak için onu yeniden işe almayı kabul etti. Ada’ya “Ne yapacağım seninle?” derken ki yüz ifadesiyle ve ses tonuyla kast ettiği şey, Ada’nın başından bir türlü atmayı beceremediği ve belki de atmayı gerçekten hiç istemediği bir tatlı bela olduğu değilse ben de Hande değilim.
-“Biz kadınların inandığı bir masal, aşk. İnanmayı seçtiğimiz bir masal. Kader de inandı.”
-“Yani Kader de senin gibi inancından mı yaralanmış?”
-“Hep öyle olmaz mı? Peki sizin inanmayışınız da ya aldığınız yaradan ya da yaralanma korkusundan, değil midir?”
-“Konu Kader değil miydi, Ada?”
Bugüne kadar hep Bora’nın Ada’nın kalbi kırık bir kadın olduğundan söz ettik ama hiç Ada’nın da onu anladığından bahsetmedik. Aralarındaki bu diyalog gösterdi ki en az Bora kadar Ada da karşısındaki insanın “aşk yok” söyleminin ardında kırık bir aşk hikayesi sakladığının farkında. Çünkü birbirlerinden çok farklı insanlar gibi görünseler de Ada ve Bora aslında birbirine çok benziyorlar. Her şeyden önce aşk konusunda aynı yerden yara almış iki insan onlar. Konu kendisi olduğunda Bora nasıl da hemen konuyu değiştirip savunmaya geçti ama. Acaba kalbini açmayı ne zaman öğrenecek? Acısının anlattıkça dağılacağını nasıl fark edecek çok merak ediyorum. Bu sahnede kameranın masada sadece onlar varmış gibi Ada ve Bora’ya odaklanarak yaptığı çekimi çok beğendim. Güzel bir detay olmuş.
-“İnandı, Kader. Kendini paraladı. Okulunu bitirsin, istediği ideali olan işi yapsın diye çok uğraştı. İşte, biz kadınlar Alaeddin’in sihirli lambasına benzeriz. “
-“Alaeddin’in sihirli lambası mı?”
-“Evet. Böyle iki kere saçımızı okşayınca lambanın içinden çıkarız. Dile benden ne dilersen, deriz hemen. Oysaki dağ delen, ejderhayı öldüren, Kaf dağının ardındaki elmayı getiren, siz değil misiniz? Sizsiniz. Biz ne yapıyoruz? Ya kuleden saç uzatıyoruz ya da camdan bir tabutta öpülmeyi bekliyoruz. Neden?”
-“Neden?”
-“Çünkü o masalları da siz yazdınız. Siz anlattınız, biz inanalım diye.”
Ada aslında o kadar doğru bir noktaya parmak bastı ki üstüne düşünmeden edemedim. Biz kadınları daha küçük birer çocukken “gerçek aşkın her şeyin üstünde” olduğuna inandıran masalları yazanlar da erkek, dünyada beyaz atlı prens diye bir şeyin olmadığı gerçeğini yüzümüze vuranlar da erkekler. Sanki bütün yetişkinlik yıllarımızı kalp kırıklığıyla yaşamamız için çocukluğumuzu ruh eşimiz olduğunu düşündüğümüz insanı hayal etmekle geçirmemizi istiyorlar. Acımasızca ama gerçek bir sorun. Masallarla zihnimize ilk adımı erkeklerin atması gerektiğini ve kadının neredeyse hiç rolünün olmadığı bir masalda kurtarılması gereken bir kurban olduğunu öğretiyorlar. Kadının kendi hikayesinde kahraman olmasına asla izin vermiyorlar. Biz de savaşmadan kabul ediyoruz. Sonra da sevdiğimiz o insan tarafından kırılıyoruz halbuki tek suçumuz o insana kalbimizi açmamız. Bu küçük manifestoları seviyorum.
O kese kağıdının altında başka bir sırrın saklandığını anlama konusunda Bora’yı tebrik etmek istiyorum. Bora çok zekice yazılan bir karakter olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ada’nın söylediği her yalanı aklını okuyormuş gibi yakalıyor. Rüzgâr ile arasındaki bağlantıyı da çözebilirse bütün düğüm çözülür. Selin’in kimliğini hemen ortaya çıkardı. O kese kağıdını kafasından çekişi tam bir efsaneydi. Selin de arkadaş değil; kardeş gibi kız. Ada için sahte evlilik durumunu nasıl da kabullendi! Helal olsun! Bana ne demedi arkadaşı için yalan söylemeyi göze aldı. Keşke müdahale etmeseydi de Ada zaten parçaları birleştirmek üzere olan Bora’ya gerçeği anlatmış olsaydı, rahatlardı.
Arkadaşının gelecekte Ali ile yaşayabileceği ilişkiyi düşünüp Bora’ya her şeyi itiraf edebilseydi Bora tüm gerçekleri ilk ağızdan duymuş olacaktı. O zaman olan biten her şeyi Ada’nın perspektifinden görmesi daha kolay olurdu. Kim bilir belki de kızmayacak, en başından olmasa da şimdi kendisine dürüst davrandığı için anlayış gösterecekti. Ama her şey böyle olsaydı dizinin de ileride dram yaratma konusunda ellinde bir şey kalmayacaktı. Ada evlilik gerçeğini anlatamadı ama yazarlık hayalinin onun için nasıl bir anlam ifade ettiğini çok güzel bir şekilde anlatmayı başardı.
-“Hayatım boyunca hep yazar olmak istedim. Hep hayalini kurdum, roman yazmışım. İlk sayfası böyle gözümün önünde. Canım anneme ve babama yazıyor, ilk sayfada. Sonra ödül alıyorum. Ödül konuşması yapıyorum. Yanımda olamasalar da yanımda oldukları için anneme ve babama teşekkür ediyorum. Hayalimde yani. Hayalimde onlara teşekkür ediyordum. Ben inandığım şey uğruna hayallerimden vazgeçtim. Oysaki hayallere inanmalı, değil mi? İnan ki gerçek olsun.”
-“İnanınca hayaller gerçek olur mu?”
-“Neden olmasın ki.”
Sanırım ben en çok da bu diyaloğu sevdim. Meğerse yazarlık Ada için sadece bir iş ya da yetenek meselesi değil; aynı zamanda ölmüş anne-babasını da gururlandırmasının yegâne yolu. Bunu anlayınca da onu sevmediği halde onun için bu fedakarlığı yapmasına izin veren Rüzgar’dan ve onun yüzünden nelerden vazgeçmek zorunda kaldığı gerçeğinden daha fazla nefret ettim. Özellikle de Rüzgar’ın Ada’nın bu yeteneğini aşağıladığı o cümlelerden. Onun kendisine bile saygısı olmadığını söylerken Ada çok da haksız sayılmazmış. Ada farkında olmadan belki de ilk kez hayalini tüm çıplaklığıyla birine anlatmış oldu. Kalbini ve ruhunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Sanki dünya üzerinde onlardan başka hiç kimse yoktu. Ruh eşleri arasında tarif edilemez güçlü bir bağ olur ya en gizli sırlarını bile birbirleriyle paylaşırlar. Bu sahnede de olan buydu. O anlatırken Bora bile hayallerin gerçek olduğuna inandı.
Selin araya girmeseydi Ada’nın dürüstlüğüyle büyülenmiş olacaktı ki onun araya girmesiyle hayal kırıklığına uğradı. Selin’in sırrına saygı duyması ama Ali’ye de bir an önce söylemesi gerektiğini belirtmesi asilliğine yaraşır bir tavırdı da hemen söylemediği taktirde her geçen gün söylemenin daha da zor olacağını söylerken Ada’ya bakması beni biraz kuşkulandırdı. Bora sırrı biliyor mu yoksa sadece Ada’nın bir şeyler sakladığını mı biliyor?
Bölümün adını hayallerini sahip çıkmak olarak kararlaştırmasaydım eğer muhtemelen bölümün en çok güldüğüm sahnelerinden ve Ada tarafından da sık sık kullanılan temalarından biri olan “Duman…pisi pisi” koyardım. Hayatım boyunca hislerinin üstünü örtmeye çalışan çok insan gördüm ve tanıdım ama Ada gibi arzularının üstünü kedisinin ölümüyle kapatmaya çalışanına daha önce hiç rastlamamıştım. Ada’nın hayalleri artık bir bölüm klasiği haline geldi. O yüzden Ada’nın hayalini gördüğüme hiç şaşırmadım ama içeriğinin fantezi nitelikli olmasını hele de bu fantezinin kaynağının Bora olmasını beklemiyordum. Geçen bölüm Bora’nın tutkularıyla boğuşmasını izledik bu sefer de sıra Ada’nın tutkularında dercesine senaristler ortalığı ateşe vermeye karar vermişler. Bize de izleyip yorumlamak kaldı.
İlk başta tam olarak neler döndüğünü anlayamadım. Ada masasına geçmiş her genç kızın rüyasının masallarındaki prense kavuşmak olduğunu yazarken birdenbire Bora yanı başında belirip yazısının nasıl gittiğini sordu ki bu gayet makuldü. Fakat peşinden de ceketini çıkarıp Ada’nın sandalyesine astı ve yazmanın stresli bir iş olduğunu söyleyip Ada’nın omuzlarına hafifçe dokunarak masaj yapmaya başladı. Kendi adıma Ada’nın saçlarını alıp arkaya atması bana bilmem gereken her şeyi anlatan sahneydi. Çünkü saçlarına dokunduğu anda bunun Ada’nın hayali olduğunu anladım ve neler olacağını merakla izlemeye başladım. Ada’nın bir anda Bora içerikli böyle bir hayal görmesine ne kadar şaşırmış olsam da hayalinde bile seksüel ve hoşuna giden bir duruma karşı koymak için kötü bir şey ki o da kedisi Duman’ın ölümü kullanmaya çalışmasına hiç şaşırmadım. Ne de olsa karşımızdaki Ada.
Ben Ada’nın Rüzgar’a karşı bu tarz duygu durumları hissettiğini hiç sanmıyorum. Bu da çocuksu aşktan yetişkinlere özgü aşka geçişin bir işareti. Ada için bu konu bir tabu. Bir erkeğe karşı kimyasal bir şeyler hissetmeyi ayıplı şeyler olarak tanımlıyor ki hayal ettiği masaj bakıldığında aslında çok masum bir fantezi. Üstelik Bora’nın elleri ile kedisi Duman’ın tüyleri arasında kurduğu bağlantı da tansiyonu düşüren ve komediye göz kırpan bir durumdu. Ama hayal olduğunu bilmeme rağmen Cemre ve Aytaç’ın performansı sahnenin ateşini yükselten cinstendi. Oyunculara alkış!
Tuğçe’nin sahte deşifre edilmiş röportaja verdiği karşılık ve bunun için yani demek dışında pek bir cümle kurduğuna şahit olmadığım Pelin’i kullanması bel atı bir hareketti ama Tuğçe’den beklediğim bir hamleydi. Hem Ada’nın vaktini çalmış hem de toplantı anında araya girmesine neden olarak Bora’nın öfkesinden nasibini almasına neden olmuş oldu ama olsun. Bu sayede Bora ve Ada arasında gerçekleşen bir başka yakın temasa da şahit olmuş oldum.
Taze fasulyeyi asla ağzına koymayan bir insan olmama rağmen tarifi görünce Bora’nın sinirden gülümsemesini ve Ada’nın da dosyanın içindeki tarifi görüp kandırıldığını anladığında yüzünün almış olduğu şekli izlemeye bayıldım. Bora’nın toplantıda olduğu insanın Selvi Hanım kadar tatlı biri olması da tamamen Ada’nın şansıydı. Onları taze fasulye üzerine muhabbet ederken izleyen Bora’nın yüzünün aldığı hal kesinlikle paha biçilemezdi.
Ada’nın kadınların hem kariyer yapıp hem de evlerini çekip çevirdiklerini “hazıra konmuyoruz” şeklinde dile getirdiği sloganıyla eleştirmesi gerçekten güzel ve bu dünyanın gerçekçi bir sorununa parmak basar cinsteydi. Ada’nın bu tarz yorumlarının daha uzayacağını hisseden Bora’nın Ada’yı daha fazla Ada’laşmadan odasından çıkarma girişimi sırasında kollarını kavradığı o kısacık anda sahnenin tansiyonu yeniden yükseldi. Bu defa Bora Ada’yı kollarından kavrayıp dibine kadar girince yaşanan şu kısacık temas anı ve gözlerinin kesişmesi Ada’da devrelerin yanmasına neden oldu. Bora odasındaki iş kadınıyla toplantısına dönebilmeye bu kadar çok odaklanmamış olsaydı, Ada’nın kendisinden etkilendiğini hatta yanmaya başladığını hissedebilir. Onun yerine işkolik Bora olarak odadaki mevcut durumu okumayı başaramadı ve Ada’yı durup dururken pisi pisi diyen garip bir kız olarak görüp konuyu kapattı.
Halbuki o birkaç saniyelik göz göze gelmelerinin yakıcılığı o kadar büyük sahnenin tansiyonu da o kadar yüksekti ki Bora da kendini anın akışına kaptırsa birbirlerine doğru taşabilirdiler. Ada ve Bora’nın kadın hala odadayken bu bakışmayı uzatıp birbirlerine doğru eridiklerini bir düşünsenize ve kadının kendini hatırlatmak için boğaz temizleme hareketi yaptığını bir düşünün, kendilerine gelip toparlandıklarında ne kadar tuhaf bir an olurdu. Olmaz mıydı?
Ada baktı ki bu ofiste hem Tuğçe’nin iş birlikçileri hem de Tuğçe’nin kendisinden kopya çekme girişimlerinin önüne geçemeyecek üstelik Bora’ya bu kadar yakın olmanın neden olduğu fantezilerin de önü arkası kesilmeyecek en iyi çözümü evden çalışmakta buldu. Fakat gideceği evde Bora’nın evi. Ada’nın tansiyonun yükselmesine neden olan hayallerinden kaçma girişiminin sandığı kadar kolay olacağını hiç sanmıyorum. Sonuçta bu duyguların Bora’da da karşılığı var. Tek taraflı bir durum olsaydı hiç sorun olmazdı ama 2 tarafta birbirini arzulamaya başlayınca bu durum eninde sonunda gerçek hayatta da kendini gerçekleştirme adına bir fırsat bulmaya çalışacaktır. Ki birbirlerine olan ilgileri artık kısacık yakınlaşmalarda bile ortamın ısınmasına ve Ada’nın bolca saçmalamasına neden oluyor.
– “İstersen şöyle yapalım, zaten benim de işim bitti. Birlikte çıkalım, olur mu?”
– “Olmaz. Olur.”
-“Olur mu, olmaz mı, Ada?”
-“Olabilir. Mümkündür. Neden olmasın ki?”
-“Peki. O zaman çıkalım ama benim eve gitmeden bir yereye uğramam lazım. Kapıdan bir dosya bırakacağım. Bu senin için sorun olmaz, değil mi?”
-“Olmaz.”
-“Güzel.”
-“Çanta… çantamı alayım. Pisi pisi, pisi pisi”
-“Pisi pisi mi? Garip.”
Ada artık kayışı koparmış durumda ki haksız da sayılmaz. Ne zaman Bora ile burun buruna gelse kendisine engel olmadığı birtakım duyguları gün yüzüne çıkıyor. Sonra da bilinçaltına yerleşerek hayallerine bile girmeye başlıyor. Ada da bu duyguların önüne geçebilmek için Bora’dan uzak durmaya çalışıyor ama Elif yüzünden çok da uzaklara gitmeyi başaramıyor. İsteği şey ondan uzak durmak olsa da aslında arzuladığı şey ona yakın olmak. O yüzden de bu iki uç arasında sıkışıp kalan Ada’nın içine düştüğü ikilem ve gerçek aşkı aslında ilk kez yaşıyor olmanın verdiği acemiliği Bora’nın ceketini giyerken özel alanını işgal etmesi gibi basit bir durumla karşılaştığında bile dengesinin bozulmasına neden oluyor. Yalnız birkaç saniyelik de olsa o bakışma da tam bir bakışmaydı. Televizyonda izlerken biz bile etkileniyorsak acemi Ada ne yapsın? Yalnız Bora gibi kadınlar konusunda deneyimli bir adam karşısındaki kadının onunla her seferinde burun buruna geldiğinde eridiğini nasıl anlamaz, bilemiyorum.
Ali’nin telefonlarını açmayan Selin dolayısıyla sarhoş olup bir durakta otobüs beklediği anlar belki de en çok Ada ve Bora’nın işine yaramıştır. Ada gibi yazarken duygularından ilham alan bir insan olarak Ali’nin düştüğü duruma üzüldüm. Duygularını “bir ormana girdim çıkamıyorum” diye ne güzel anlattı. Aşk kaybolmaktır aslında ama Ali’nin bu kadar çabuk kaybolmasını beklemiyordum. Ama olmuşken de bölümün komik sahnelerinden birini de peşinden sürüklemiş oldu. Sevdiği kızın kalbine giden otobüsü beklemek güzel metafor olmuş, senaristlere hakkını vermek lazım. Kalp eğer bir varış noktasıysa gerçekten de sevdiğimiz insanın kalbine giden bir otobüs var mıdır, acaba?
Ali’yi sarhoş haliyle Doğrusöz malikanesine götürmek istememesini anladım da Ali’nin kendi evi yok mu ki Ada’nın evine götürdüler onu hiç anlamadım. Ama Bora’nın Ada’nın evine ayak bastığı her bahane kabulümdür diye sesimi çıkartmadım. Hele de Ali’yi koltuğa oturttuktan sonraki bakışmaları dünyalara bedeldi. “Siz böyle yan yana bakınca çok… aynı karede olunca güzel göründünüz. Çok yakışıyorsunuz siz” demesiyle benim gibi birçok #AdBor fanının da iç sesine tercümanlık yapmış oldu. #AdBor fanı bir Ali candır demek istiyorum.
Onlara evini açtığı ve bu sarhoş haliyle Ali’nin kahrını çektiği için Ada’nın gözlerinin içine bakıp “Biz de sana zahmet verdik. Kusura bakma” diyen Bora da o bakışlarıyla Ada’nın olduğu kadar bizim de içimizi yaktı. Sahnenin tansiyonu ve de benim tansiyonum şu kısacık anda yükseldi. Eğer bu kısa kısa bakışma anlarıyla izleyicinin tansiyonunu bu kadar yükseltmeyi başarıyorlarsa aşkları gerçekten alev aldığı zaman olacak sahnelere biz izleyicilerin yüreği nasıl dayanacak bilemiyorum. Acaba Bora pisi pisinin Ada’nın ondan etkilendiğinin bir kodu olduğunu ne zaman ve nasıl öğrenecek çok merak ediyorum. Çünkü Bora zeki bir adam. Ada da duygularını saklama konusunda çok acemi.
Gecenin bir vakti ayılsın diye kendisine içirilen köpüklü kahveden konuyu kız istemeye getiren koca yürekli Ali’ye de bu güzel ve eğlenceli sahne için teşekkür ediyorum. Hayatımda izlediğim en komik kız isteme sahnesi bu olabilir.
Akşam işten geldikten sonra duş yapmaya gideceğini söyleyen Bora’nın akşamdan sabaha bir daha duş almaya neden ihtiyaç oldu hiç bilmiyorum ama eniştesi yüzünden dışarıda kalan Ada’nın daha açılamamış gözleri ve berbat yön duyusuyla kendini Bora ile aynı yerde bulması fikrine bayıldım. İnsan girmeye hazırlandığı duşun içinde birinin olup olmadığına hiç bakmaz mı diye çok düşündüm. Ama karşımdaki insanın Ada olduğunu unutmuşum.
Ulusal kanalda yayınlanan bir diziyi takip ettiğini nereden anlarsın? Ulusal kanal dizisinde esas erkeğimiz duşa da yanında bornozla girer ve katiyen nu olarak ağalanılabilecek her durumdan itinayla kaçınılır. Esas kızımız da duş kabinin kapısını tamamen giyinikken açmaya karar verir. Tamam o evde misafir olduğun için banyoya kıyafetlerinle gitmeni anlarım da suyu açarken neden? Ama haklarını da yemeyelim #AdBor çiftinin ateşini hissetmek için çıplak sahnelere ihtiyacımız yok hele de daha ortada elle tutulabilecek bir ilişki bile yokken. Üstelik Ada da teknik olarak evli bir kadın. Bu sorunun bir an önce çözülmesi lazım. Aksi taktirde Rüzgâr yaptığı eşekliğe uyanıp boşanmaktan vazgeçebilir. O zaman buyurun cenaze namazına. Kimin gücü kime yeterse…
Duş kabininde yaşanan kazanın faturasını tamamen Ada’ya kesmekte olmaz. Evet, Ada’nın kapıyı çalmadan içeri girmemesi gerekiyordu ama Bora’nın evinde misafir varken kapıyı kilitlemesi belki de daha münasip bir davranış olurdu. Ada’nın Bora’yı üstten çıplak bir şekilde yakalamayı bir alışkanlık meselesi haline getirdiğini biliyordum ama Bora duştayken duşa girmeye çalışması bir sonraki aşamaydı. O an attığı feryat bütün evinden yankılanır, orada rezil olduğu yetmezmiş gibi bütün ev halkı da onları bu şekilde yakalar diyordum ama Ada’nın eniştesini düşününce iyi ki olmadı diyorum. Görmedim bakmadım diye tüm eve yayın yaptığı yetmiyormuş gibi bir de suyu açıp kendisini de bir güzel ıslattı. O anda içeriye eniştesi dalsaydı “ayıkla şimdi pirincin taşını” tarzı bir tabirle olan biteni hayatta anlatamazlardı. Anlatsalar da kimseyi inandıramazlardı. Islanırken bir de bakıştıklarını düşünebiliyor usunuz?
-“Bora Bey, deli misiniz? Suyu neden açıyorsunuz?”
-“Suyu açan sensin, Ada. Acaba sen mi delisin, ben mi deliyim?”
-“Ben deli miyim? Niye açayım suyu?”
-“Ada delisin sen. Ben duştayken duşa girdiğine göre deli olan sensin, Ada. Çıkar mısın dışarıya?”
-“Nasıl çıkacağım dışarıya? Kapı nerede?”
-“Ada şu gözünü açsana.”
-“Açamam. Açamam, açarsam görürüm. Görmek istemiyorum.”
Ada’nın tam da bölüm boyunca Bora hakkında birtakım hayaller görmeye ve fanteziler kurmaya başladığı dönemde başına gelebilecek en kötü şey, arzularının kaynağı olan Bora’yı çıplak görmek olurdu ki bu duruma birçok dizide rastlamak mümkün. Ada kendi çıkardığı her sorunu çözmeye çalışırken daha büyük bir skandal çıkarmayı başaran bahtsızlığıyla bana yıllar önce aynı kanalda yayınlanan Hayatımın Aşk’ı dizisinde Hande Doğandemir’in oynadığı Gökçe karakterini anımsattı. Bir bataklığa saplanmış çıkmaya çalıştıkça daha da çok batıyor. Ama duşta başkası varken duşa girmeye çalışması sonra da Bora’yı çıplak göreceğim diye endişelenip elinin ayağının dolanması tam Ada’ya özgü bir hareketti. Zavallı kız son zamanlarda zaten kendisinde değil; bir de bu kadar yakınındayken onu çıplak düşünmemek için ölen kedisinin acısına tutunmaya çalışması tam güldüren cinsten bir durumdu.
-“Ada çıkar mısın?”
-“Kapı neredeydi? Duman…Duman. Zavallı kedim.”
-“Ne kedisi ya?”
-“Tekir. Aa Bora Bey sizin bornozunuz varmış üzerinizde.”
-“Ben de sana onu anlatmaya çalışıyorum. Ben duştayken duşa girdiğinden beri.”
Ada’nın kapıdan çıktıktan sonra tansiyonunu yükselten bu sahne karşısında kendini toplamaya ve de uyarmaya çalışması; Bora’nın da az önce yaşanan olay karşısında kontrol edemediği gülümsemesini aynada görünce kendi kendini uyarması yakın bir zamanda bu uyarıların artık fayda etmeyeceğinin bir göstergesi. İnkâr aşamasında öfke ile üstünü kapatırken her şey çok kolaydı ama şimdi en azından Bora inkâr aşamasını çoktan geçti.
Zavallı Ada yazısının aldığı tıklanma sayısına sevinirken ofisteki herkesin içinde yazısının çalındığını öğrenip hayal kırıklığına uğradı. Durumunu Bora’ya anlattığında aldığı cevap da onun için çok daha büyük bir hayal kırıklığı oldu.
Tamam kabul, Bora’nın açısından bakıldığında o da haklı. Tuğçe onun eski dostu, kendisini güvenip ortağı yapmış. Mantıklı bakıldığında bir baş editör neden acemi bir asistanın ilk yazısını çalsın ki? Çok mantıksız. Üstelik Bora birlikte iş yaptığı insanların da kendisiyle aynı prensipleri paylaştığını düşünen naif bir adam. Ada’nın doğruyu söylediğini kanıtlayan hiçbir delil de yok ve o bir mantık insanı. Buraya kadar söylediklerim sizi ikna ettiyse ne ala.
Ancak bu dünyada kalbinin sesi diye de bir şey var. O yazı kendisine ait olmasa Ada gibi bir insan neden kendisine ait olduğunu söylesin ki? Üstelik yazının başlığını görür görmez Bora’nın anlaması gerekirdi. Onu geçtim Bora her iki yazıyı da okuduysa bugüne kadar Tuğçe’nin yazılarında kullandığı dili tanıyamamış mı? Çünkü insanlar ne tür değişiklikler yaparsa yapsınlar yazarken kullandıkları dil, parmak izleri kadar kendine özgüdür. Her şeyden şüphe eden ve en ufak detayları bile yakalamayı başaran o Bora neredeydi? Neden Ada’nın ithamlarını ciddiye almadı. Ada’nın hayal kırıklıklarıyla perişan bir şekilde oradan ayrılmasına göz yuman Bora’ya çok kızdım hem de çok.
Fakat Bora sandığı kadar da mantıklı bir adam değil; hele de kalpsiz bir adam değil. Ada’ya yaptığı şey hayallerini tüm çıplaklığıyla ve anne-babasıyla olan ilişiği bakımından anlatan bir kızı yarı yolda bırakmaktı. Herkes gibi olmayı seçmekti. Ada’nın böylesine bir aşağılanmayı ve hakkında bu kadar küçük düşünülmesini affetmesi çok zor ama neyse ki karşımızdaki Bora Doğrusöz. Bazen öyle bir hamle yapıyor ki tahminler konusunda iyi olan ben bile onun eylemlerini ağzım açık bir şekilde izliyorum. Mesela yazının adını tekrar okuduğunda iş görüşmesine geldiği ilk gün erkekler tuvaletinde okuduğu yazının başlığının da Baht Oyunu olması gibi ya da erkekler tuvaletinin çöpüne atmış olduğu o yazıyı alıp dosyalarının arasında saklamış olması gibi. Çünkü belli etmese de tekniğinden etkilenmişti.O yazıya baktığı anda yazının aslında Ada’ya ait olduğunu anlayan Bora, Ada için kazanmış olmasının anlamının ne olduğunu bilerek bir an önce ona haklı olduğunu söylemek, kendisinin hatalı olduğunu kabul etmek ve gerektiği taktirde özür dilemeyi de bilecek kadar beyefendi. Hatalı olduğunda hatalı olduğunu kabul etmek insanı küçültmez aksine onu erdemli ve prensip sahibi bir insan yapar. Bora da kendinden ve Tuğçe’den şüphe edecek kadar erdemli bir adamdı. Ada’nın haklı olduğunu ve kazandığını anladıktan sonra da adaleti sağlamak için koşmaya başladı.
Ada’nın arabasının üstünde Doğrusöz malikanesine giremeden ağladığı o sahneler içimi burktu. Ada sadece mutlu olmak istedi. Uzunca bir süre aile geçmişinden dolayı mutluluğunun anahtarının ilk aşkı olduğunu sandığı Rüzgâr olduğunu düşündü. Aldatıldığını öğrendiğinde Rüzgar’ı kaybetmek değil; bir ömür boyu mutsuz olmak düşüncesi onu birtakım eylem planları yapmaya itti. Rüzgar’ın öteki kadını sevdiğini ve ona evlenme teklif ettiğini görünce yavaş yavaş da olsa Rüzgar’dan ve mutlu olma fikrinden vazgeçti. Madem hayatımda mutlu bir aşk olmayacak en azından iyi bir kariyerim olsun, çocukluk hayallerimi gerçekleştireyim istedi ama ona da izin vermediler.
Dün onu ayaklarının altında acımadan ezen Rüzgar’a bugün evinde sarhoş bir şekilde rastladığında ona evini terk etmesi gerektiğini söyleyerek posta koyan Ada, bunun ne anlama gelebileceğini bile bile yine de ondan hayatından tamamen çıkıp gitmesini istediğini söyleyecek kadar başı dikti. Onunla gurur duydum. Dizinin konusunun onu hiç istemeyen kocasının peşinden koşan gurursuz bir kızla ilgili olduğunu düşünen ve hunharca eleştiren kitle bu bölüm gördüğümü görse keşke. Çünkü Ada psikolojik işkence gördüğü bir ilişkiden daha yeni çıkmış TSSB olan bir kadın. Travmalarıyla Stockholm sendromu arasında bir yerde kendi değerini ve gücünü yeniden kazanan bir Amazon.
Bora’nın Doğrusöz malikanesindeki insanlara Ada’nın nerede olduğunu sorduğu sahnedeki vücut dilini, ses tonunu ve bakışlarını görünce bir an için Bora’nın gerçekten de eve kadar koşmuş olabileceğini düşündüm. Sevgilisi ülkeyi terk etmeden önce havalimanına yetişmeye çalışan romantik komedilerin esas oğlanları gibi elinden kayıp gitmeye başlayan Ada’yı çok geç olmadan tutabilmek için o eve döneceğini bile bile yine de Ada’nın ayağına gitti. O Ada’nın ayağına gitmeye mecbur değildi. Kendi isteğiyle ve kendi rızasıyla Ada’yı seçti. Bu yüzden de çok özel bir andı.
Bora’nın hayallerin gerçek olduğu bir dünyaya inandığı ve Ada’ya olan aşkını kabul edip teslim olduğu o an benim için çok özel olduğundan kapanışı o satırlarla yapmak istedim:
“Ada. Ben özür dilerim, seni dinlemeliydim. O yazı senindi ve ben sonradan hatırladım. Sana güvenmeliydim. (…) Ben dürüstlüğe önem verirken nasıl fark edemedim? Ada, ben çok özür dilerim. (…) Ada, sana bir tavsiye. İyi bir yazı yazmak kadar yazdığına sahip çıkmak da önemli. Arkasında durmak. Annene, babana ve Selin’e teşekkür konuşması yapmak için. Ada sen dediğinde haklıydın. Hayallerine sahip çıkmak gerekir. Çünkü o zaman hayaller gerçek olur. En olmayacak hayaller bile. En olmayacak hayaller bile gerçek olur, Ada.”
Bora’nın hayatı boyunca aradığı dişine göre rakibin ve kendine karşı dürüst olacak partnerin Ada olduğunu anladığı andı bu. Dürüstlüğe önem verirken fark edemediği şeyin Tuğçe’nin yalanı olduğunu söylese de bilinçaltında bunun anlamı Ada’ya karşı olan duyguları konusunda kendine bile dürüst olmadığı gerçeğiydi. Ada için de Bora hayallerini gerçekleştirmesini sağlayan ve röportaj sırasında kendisinin Bora’ya olduğu kadar şimdi kendisine açıkça her şeyi anlatan adamın ilham yakalamış bu hali Ada’yı büyülüyordu. Öyle bir büyü ki bu kendisi ve Bora dışındaki dünyayı ona unutturacak kadar güçlüydü. Yoksa bu en olmayacak hayaller bile lafına takılıp Rüzgar’ın varlığını unutmazdı. Rüzgâr en olmayacak anda sahne fırlamasaydı bütün bölüm boyunca ateş kırmızısı gibi olarak yan yana oldukları her sahnenin tansiyonunu yükselten bu çift bakışma safhasını geçip pekâlâ da öpüşebilirdiler diyerek bitiriyorum.
Bayramdan sonra görüşmek üzere…
Deha 9.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.