Baht Oyunu 11. Bölüm ile Total’de 3,70 reytingle 3. AB’de 3,10 reytingle 4. ABC1’de 3,30 reytingle 5.oldu. Bölüm yorumu konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Bora’nın Meltem adına bir parti düzenledikten sonra herkesin gözü önünde daha önce Ada’ya vermiş olduğu kalemi Meltem’e vermesi haddini aşan bir ders oldu. Çünkü kalem Ada için çocukluk hayallerine inanan birine sahip olmak anlamına gelmekteydi ve Bora kalemi Ada’dan alıp Meltem’e verdiğinde Ada hayalleri elinden alınıp bir başkasına veriliyormuş gibi hissetti. O yüzden onun neden bu kadar sert bir tepki verdiğini anlayabiliyorum. Bora’nın kendisine adil davranmadığına inanıyor. Çünkü Bora üniversite yalanını öğrendiğinden beri onu süründürürken kendisine ve şirketine ihanet eden Meltem’e anlayış göstermesini anlayamıyor. Halbuki mesele çok basit. Çocukluk arkadaşı da olsa o Bora için Ada kadar önemli değil. Süründürme nedeni yalan söylemesi değil; onun yalan söylemiş olması.
Bora’nın ruh halini anlamak da mümkün değil hem kendisine yalan söylediği için Ada’ya bir ders vermek ve farkında olmadan birazcık da olsa canını yakarak skoru eşitlemek istiyor hem de Ada’nın kendisine kırıldığını anladığı anda peşinden koşuyor. Sonra öfkelenerek “ben neden bu kızın peşinden koşuyorum” diye homurdanıyor. Ada her çekip gittiğinde onun peşinden koşmak zorunda değil ama nedense kendisini onun peşinden gitmek zorunda hissediyor.
Bora bu bölümde ne yaptıysa hepsini Ada onu affetsin diye yaptı. O yüzden senaristlerimize birbirlerini yıpratmayan ve küs kalmayan bu iki karakteri yarattıkları için teşekkür ediyorum. Onun dışında arabasıyla Ada’nın peşine düşen Bora ile ormanda Ada’nın peşine düşen Bora arasında yarattıkları paralelliği severek izledim. Telefonda birbirlerine kızdıkları sahneyi ekranı ikiye ayırarak eş zamanlı yayınlama fikri kimden çıktıysa tebrik ediyorum. Hem sahnenin duygusunu hem de karakterlerin bakış açısını aynı anda hissetmemi sağlayan organik bir sahne ortaya koymuşlar.
Ali’yi çok sevdiğimi ve yaptığı çıkarımlara bayıldığımı söylemeliyim. Çünkü onun Bora’yla Selin’in de Ada’yla yaptığı eş zamanlı telefon görüşmesinden sonra yaptığı çıkarıma hak verdim. Bora’nın da Ada’nın da öfke patlamalarının nedeni içlerinde biriken ve bir türlü dile getiremedikleri duyguları. Daha önce birini aynı anda hem boğmak hem de öpmek istediniz mi bilmiyorum ama bu duyguya yabancı olmayan biri olarak çok sinir bozucu bir duygu olduğunu belirtmeliyim. Ada ve Bora’nın bu duygudan hareketle arabadan arabaya söylenmelerini izlemek keyifliydi. Ama Ada tavrını koymaya çalışırken Güneş’in bozulması çok büyük bir talihsizlikti ama yanından geçen arabanın üstüne çamur sıçratması tam bir felaketti. Ve Bora’nın bunu bile Ada’nın o haline gülmesi ne ona ne de Ada’ya hiç yardımcı olmadı. Gülen Bora mıydı yoksa Aytaç mıydı bilmiyorum ama nedense sahnede doğaçlama yapıldığını hissettim.
Ada ile aynı evde kalmaya ve aynı çatının altında uyumaya o kadar alışmış ki onu bırakıp başka bir yere gitme fikri bile Bora’nın paniklemesine neden oluyor. “Ada eve gidiyoruz” derken evin sonuna aitlik eki koymaması bile aslında Bora’nın o evi sadece kendi evi değil; aynı zamanda Ada’nın evi olarak da gördüğünün en büyük kanıtı. Ama şaka bir yana Ada’yı eve dönmeye ikna edebilmek için dedesinin de bir “kaplumbağası” olduğunu söyleyip çantasına ve telefonuna el koyması çok akıllıca bi taktikti. Senaristlerimizin kelimeleri eş sesli anlamda kullanma sevdasının son örneği olarak #AdBor arasında çekici ve itici olmakla ilgili geçen muhabbet beni çok güldürdü.
Yalnız bu ana kadar söz ettiğim hiçbir şey Bora’ya olan siniri geçmeyen Ada’nın kendisini zorla arabaya bindirmeye çalışan Bora’nın parmağını küçük bir çocuk edasıyla ısırması ve ısırılan Bora’nın da küçük bir çocuk gibi “çok acıdı” şeklinde tepki vermesi kadar eğlenceli değildi. Ada’ya çaktırmadan onu arabasına bindirmeye çalıştığında başına bir şeyler gelebileceğini tahmin etmesi gerekirdi. Ada’nın savaşmadan teslim olmayacağını biliyor olmalıydı. Şimdi bilmiyorsa da öğrenmiş oldu ama kabul edin, başka hiçbir dizide başrol kadının adamı ısırdığına şahit olmazsınız. O yüzden de sahnenin ve Ada’nın eşsizliğini katiyen göz ardı etmeyelim hatta abartalım istiyorum. Çünkü bu eylem çocukça olsa da aynı zamanda Ada’nın kişiliği gibi komik ve beklenmedikti. Bora’nın “çok acıdı” derken ki konuşma biçimi gerçekten çok tatlıydı. Bunlar gerçek bi çift olduklarında kavgaları nasıl olacak çok ama çok merak ediyorum.
Doğrusöz malikanesine döndüklerinde hala kavga etmeyi sürdürüyor olmaları hiç şaşırtıcı değildi ama Zafer amca ve Nergis teyzeye denk geldiklerinde ilk okul arkadaşını velisine şikâyet eden çocuklar gibi birbirlerini onlara şikâyet etmeleri özellikle Bora’nın açısından beklenmedik bir hareketti. En başından beri söylüyorum Bora Ada’nın yanında tamamen bambaşka bir karaktere dönüşüyor. İşinde profesyonel olan o adam gidiyor çocuk ruhlu bir Bora geliyor. Ve açıkçası Belma’nın aksine Ada’nın Bora çok iyi geldiğini düşünüyorum. Ki bu düşüncem de yalnız değilim. Ada ve Bora kavga edip birbirlerini şikâyet ededursunlar, Zafer amca da Nergis de bu kavganın aslında “aşık atışması” olduğunu anladılar bile. Ne kadar kavga ederlerse o kadar birbirlerini arzuluyorlar demektir.
Konuşmadan da kavga etmeyi aşktan daha iyi açıklayabilecek bir mefhum yoktur. Kapıyı sert kapatmak, ayaklarını yere vurarak yürümek ve sinirli sinirli kapıyı açmak vb. her şey vücut dillerinin kızgın olduğunu anlamaya yetiyordu.
Hoşuma giden bir detayda Bora ile Berna’nın konuşmasında saklı. Bazı anneler vardır hem evladına derdinin ne olduğunu sorar hem de cevap verdiğinde aldığı cevaptan hoşlanmaz. Berna da o annelerden hem oğluna derdini soruyor hem de cevabın Ada olmasına sinirleniyor. Bora’nın söz konusu Ada olduğunda annesiyle arasına bir çizgi çekmesini ve nerede durduğunu belli etmesine sevindim. Özellikle de annesinin Meltem’i şirkete getirme niyetinin ne olduğunu anlaması beni çok mutlu etti. Bu konuşmada asıl dikkatimi çeken nokta “Hayatıma kimse karışmasın. Hele ki özel hayatıma” dediği noktada konunun Ada olmasıydı. Bunu söyleyerek Ada’nın özeli olduğunu itiraf etmiş oldu. O söylerken bunun ne anlama gelebileceğini fark etmemiş olabilir ama Belma’nın mesajı aldığına eminim.
Baht Oyunu’nda jenerik müziği dışında bir şarkının kullanılmasına şaşırdım. Şarkıyı duyduğumda aklıma ilk gelen şey #AdBor düşünüldüğünde seçilen şarkının sözlerinin çiftimiz için mükemmel bir seçim olduğu ve melodik yapısı da sahnenin havasına cuk diye oturduğuydu. Liseli misali tavana bakarak âşık olduğun insanı düşünmek gençlik yıllarında âşık olmuş kimseye yabancı gelmemiştir. Ama normalde âşık olduğu insana ait ya da ikisi için de önemli bir eşyaya bakarken anılar içinde zaman yolculuğuna çıkan esas oğlanımızın bir eşya yerine sevdiği kızın az önce ısırdığı parmak arasına diğer parmağının ucuyla dokunarak anılara dalması Baht Oyunu alemine ve Bora’ya özgü.
Ada’nın Bora’yı düşünürken aklına gelen ilk anların onun yarasına dokunduğu, birbirleriyle ying-yang pozisyonunda yattıkları ve tango yaptıkları anlar olması boşuna değil. O yaraya dokunduğunda hem Bora’nın çocukluğu hakkında kimsenin bilmediği bir şey öğrenmiş hem de Bora’nın yüzüne ilk kez dokunmuştu. Bir insanı sevmek onun yaralarını sevmekle başlar. Ying yang pozisyonu ise Bora’nın gözlerini güzel bulduğunu itiraf ettiği andı ama daha da önemlisi dillerin susup gözlerin konuştuğu anlardı. Aşkta dil susar gözler konuşur. Ama benim asıl dikkatimi çeken Bora’nın Ada ile ilgili düşündüğü tüm anların tuvalete onları kilitlemesinden sarhoş olmasına, kendi yürüyemeyecek halde olmasından uyumasına kadar Ada’nın en savunmasız en çılgın ve belki de en deli olduğu anları seçmiş olmasıydı.
Dikkatimi çeken son husus ise Ada’nın anın büyüsüne kapılarak gelen ilhamını değerlendirdiği ve yazmayacağını söylemiş olmasına rağmen “Baht Oyunu 2” diye başlık attığı sahneydi. Benim bundan çıkardığım anlam hikâyede ikinci bölüme yani hislerini inkâr etmekten vazgeçip kendilerine itiraf etme aşamasına geçtikleriydi. Onun dışında önceki hikâyede hayatının aşkı sandığı ama aslında bir yanılgıdan öteye geçmeyen kurbağa prensle olan hikâyeyi bir rafa kaldırıp onu bu gaflet uykusundan mecazi bir öpücükle uyandıran gerçek prensiyle olan hikayesini yazmaya ve yaşamaya hazır olduğuydu. O masalda kurbağa belki prens oldu ama kendisi için yanlış adamı seçtiği sürece öpüp bir prense çevirmeye çalıştığı kurbağa sadece bir kurbağa kalmaya mahkumdu. Bora ise daima gerçek prens olarak hikayesinde ve gönlünde yaşayacak. Senarist de bu benzetmeyi yapmış olacak ki bizler Ali’nin ağzından bu hikayeleri duymuş olduk. Bu senaryoda yazılan hiçbir şey boşuna değil; şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Ada’nın dün gece yaşananların etkisiyle sabah kaldığı yerden Bora’ya trip atması çok güzeldi. Gerçi Ada’dan önce kahvaltı masasına inen Bora, merdivenlerden inen Ada’yı görünce ufak bir kalp çarpıntısı yaşadı ama belli etmedi. Ne olacak bu Bora’nın Ada’yı aşağıdan yukarıya doğru süzmeleri diyeceğim ama Bora’ya hak vermemek mümkün değil; Ada hakikaten güzel olmuştu. Üstelik giydikleri renklerin birbirini tamamladığı gerçeği de gözümden kaçmadı.
Ada’nın arabası Güneş ile arasındaki bağ ise bir başka önemli mesele. Ada’nın tanışma hikayelerini sonradan dile getirdiği bu ilişkide ilk görüşte oluşmuş bir bağ söz konusu ama ben şaşırmadım. Çünkü bir yazarsan ya da yaratıcı bir insansan kendine özgü bir hikayesi olan mekanlarla ve eşyalarla aranda büyük bir bağ olduğunu hissedebilirsin. O yüzden arabasını göremeyince kalp krizi geçirecekmiş gibi hissetmesini iyi anlıyorum. Bora da yaptığının yanlış olduğunu biliyordu ve bu yüzden de Meltem konusundaki hatasını telafi etmeye Güneş’i tamir ettirerek başlamaya çalıştı ama Ada’nın ona olan sinirinin düşündüğünden büyük olabileceğini hesaplayamadı. “Ada” faktörünü atladı.
Meltem üzerinden Ada’ya verdiği ders sadece yalan söylemenin ne sonuçlar doğuracağıyla ilgili değildi; dolaylı bir yoldan da olsa başka insanların işine karışmanın karışan için daima kötü sonuçlar doğuracağı mesajını da vermiş oldu. Haliyle daha dün başkasına onu ve şirketini ilgilendiren bir mesele hakkında karışmaması gerektiğini belirtmiş iken bugün Bora’nın bir başkasının kişisel meselesine karışması hiç hoş olmadı. Jest yapmak isterken ikiyüzlülükle suçlanması da bu yüzden. Ada haklı; onun arabasını sanayiye göndermek Bora’nın işi değil. Sonuçta bunun adı yardım etmeye çalışmaksa Ada da Meltem’in kimliğini ortaya çıkarmaya çalışırken ona yardım etmeye çalışıyordu. Ama Bora bu yardım etme çabasını kendisinin daha iyisini bildiğine dair bir mantıkla kedi-fare oyununa dönüştürdü.
Biraz da Bora’nın parmağını Ada’nın rüyasında olduğu gibi Ada’nın dudağına götürdüğü o kısacık andan söz etmek istiyorum. Senaristlerimizin bölümler arasında paralellik kurmaktan rüya ve gerçekler arasında paralellik kurmaya geçmelerini izlemeyi çok seviyorum. Ada daha önce buna benzer bir durumu rüyasında yaşadığı için aynı durumun gerçekten yaşanabilme ihtimalinden dolayı öyle heyecanlandı ki Bora’nın kendisine söylediği hiçbir şeyi duymadı. O yüzden devamlı gözlerini kaçırdı. Ama Bora ona oynadığı oyunda ileri gittiğini kabul etse de yaptığından pişman olmadığını söyleyince sinirlenip Bora’nın parmaklarını tutup çekerek o ana son verdi. Ama parmaklarının Bora’nın parmaklarıyla buluştuğu anda Bora’nın da bir elektrik hissettiğini ve etkilenme sırasının ona geçtiğini anladım…
Ada’nın bazı şeyleri geriye alabilmekle ilgili söyledikleri açıkçası çok etkileyiciydi. Hem bazı şeyleri geri alabilseydik size tüm gerçekleri söylerdim hem de sizinki gibi benim de kalbim kırıldı ve bazı şeylerin eskisi gibi olması için artık çok geç anlamlarına gelmesi bakımından çok anlamlıydı. Bazen kısacık bir cümlenin içinde ne çok büyük anlamlar yaşattığına inanmakta zorlanıyorum. Bu durum Türkçe’mizin güzelliğinden mi yoksa gönül dilinin derinliliğinden mi kaynaklanıyor karar vermedim. Ama kendisine biraz kızgın olmama rağmen Bora’nın ilk fırsatta Ada’ya verebilmek için kalemi cebinde taşıması detayına bayıldım. O kalem Ada için hayallerine ve ona inanan biri demekse Bora için de Ada’ya ve hayallerine olan inancını, ona verdiği değeri ve aşkını simgeliyor. O yüzden bu kalem sana ait dedi.
Bir zamanlar kocasını geri kazanmak için bu şirkette işe girip sonuna kadar savaşmaya hazır Ada’nın şimdi Rüzgâr ve Tuğçe’yi barıştırabilmek için kollarını sıvaması onun açısından büyük bir gelişme. Tabi bu gelişmede boşanma sürecini sorunsuz bir şekilde atlatıp sonrasında gerçekleri Bora’ya açıklama motivasyonu var ama olsun. Ada’nın ondan kurtulabilmek için Tuğçe’yle arasını düzeltmeye çalışması ve bunun için Bora’dan yardım istemesi bölümün en güzel anlarına şahit olmamı sağladı. O yüzden umarım Ada’nın bir kez olsun şansı yaver gider de istediği olur.
Ada iyi ki hem Rüzgar’a söz geçirecek hem de Tuğçe’yi iyi tanıyan biri olarak Bora’yı seçti. Çünkü bu ikili ne zaman başkaları için bir şey yapacak olsalar birlikte çok güzel romantik anlara imza atıyorlar. Ama keşke Bora’yı çöpçatan olmaya ikna etmek kolay olsaydı. İki insanın arasındaki ilişkiye özelleri diye karışmamak istemesini anlıyorum ama birbirini seven iki insana yardım etme fikrini bu kadar çabuk reddetmesi beni işkillendirdi. Bora sık sık beni acaba biliyor mu dedirten bir karakter. Rüzgâr ve Tuğçe’nin dağ evinde sözlenmelerine verdiği tepkiyi gördükten sonra Ada’nın Tuğçe’yi sevdiği ve onlar adına mutlu olduğu konusunda şüpheleri vardı. O yüzden Bora acaba Ada’nın onları barıştırmak istemesinin altında başka bir şey olduğunu düşünmüş olabilir mi diye düşündüm.
“Senin ne işin var burada? Sen neden getirdin kahveyi?
Ha geri götüreyim.
Yok, hayır. Ben şaşırdım sadece. Ben neden şaşırdım? Sen bana küstün ya. Konuşmuyordun ya benimle.
Ben size hala kızgın, Bora Bey. Ama hayırlı bir iş için konuşmamız lazım. Yardımınız gerekiyor.”
Bora’nın Ada’yı odasında hem de kahvesini getiren kişi olarak gördüğünde yüzünde beliren şaşkınlıktan çok daha fazlasıydı. Yüzünde belli etmemeye çalıştığı bir mutlulukla hoşuna giden bir şey gördüğünde bir kedinin gözlerinde görülen parıltı arası bir ifade belirmişti. Ada’yı yakın zamanda odasında görmeyi beklemiyordu ama gördüğüne de sevinmişti. Fakat merakına yenik düşüp Ada’nın neden odasında olduğunu sorgulamaya başlamıştı. Ancak neden her ne olursa olsun, içten içe o nedene teşekkür ettiğine eminim. Çünkü Ada’nın ona küs olması en çok da Ada’nın kalbinin hala onun yüzünden kırık olabileceği düşüncesi Bora’yı üzmeye yetiyordu. Ada’nın kafe fincanına uzanan kolunu bileğinden kavradığında aralarında konusu hiç açılmayan o elektrik ofisin öteki ucundan bile hissediliyordu.
Bora’nın ses tonunda fark edilen değişim ve derinleşme sonrası konuyu hemen Ada’nın ona küs olduğu ve onunla konuşmadığı gerçeğine getirmesi Bora’nın bu durumdan duyduğu rahatsızlığın büyüklüğünü anlatmaya yetti. Yüzü bile bu küslükten duyduğu rahatsızlığı anlatmak için sıraya girmişti sanki. Ada’nın hayırlı bir iş demesiyle yine oyun çevirmeye hazırlandığını anlayınca yaşadığı tüm o duygular yerini “neyin peşindesin” der gibi bir bakışa bıraktı. Bu hızlı duygu değişimlerine çok çabuk bir şekilde ayak uyduran Aytaç’ı oyunculuğu için Ada’ya yaklaşma konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan Bora’yı da onun dibine girmenin bir yolunu bulduğu için tebrik ediyorum. Kocaman odada hiç yer kalmamış gibi onların barışmasını neden bu kadar istediği kisvesi altında kızın dibine kadar girdi.
Ada’ya helal olsun, onların barışmasıyla neden bu kadar ilgileniyorsun sorusuyla onu sıkıştırmaya çalışan Bora’ya geçen sefer olanları hatırlatarak hem işin içinden sıyrılmış hem de “Rüzgar’ın bornozlu” halini hatırlatarak Bora’nın dikkatini dağıtmış oldu. Rüzgar’ın bornozlu halinin Bora’nın sevmediği bi konu olduğu yüzündeki kıskançlıktan belli. Bora’nın bornoz hassasiyetini Ada’nın bornoz hassasiyetiyle kıyaslayınca senaristlerimizin hem geçmiş bir bölüme göndermede bulunduğunu hem de bu ikisinin bornoz hassasiyetleri arasında paralellik kurduklarını fark ettim.
Ada’nın “af kartını” kullanmasına bayıldım. Ama Ada’nın bu yöntemin işe yarayacağından bu kadar emin olabilmesi için Bora’nın kendisiyle küs kalmaya dayanamadığını biliyor olması lazımdı ki sanırım Bora’nın sabahki “arabasını sanayiye gönderme” jesti farkında olmadan Bora’nın duygularını ele verdi. Ancak bu muhabbetin sevemediğim tek kısmı konun dönüp dolaşıp Bora’nın Selin’in yapmış olduğunu sandığı “beyaz evliliği” kuzenine söylemesi gerektiği baskısına gelmesiydi. Bora’yı kaybetmekten korksa da Ada’nın bir an önce sakladığı evliliği açıklaması gerekiyor.
Ada’nın toplantıda ileri sürdüğü “stresten kurtulmanın yollarını” deneyimleyerek bir yazı hazırlama fikrini onaylayan Bora’nın spor salonunda boks hadisesi üzerinden yaşadığı romantizme geçmeden önce nerede yemek yiyecekleri konusunda bir fikir birliğine ulaşabilmek için yaptıkları “Taş-Kâğıt-Makas” eyleminden birazcık söz etmek istiyorum. Sahneni aslında bir yemek sipariş sitesinin reklamını yapmak için yazılmış olduğu bariz de olsa daha bölüm yayına girmeden önce twitter sayesinde gördüğüm o kısa videodan dolayı bölümün en merak ettiğim sahnelerinden biriydi.
Kavga ederler biri diğerinin parmağını ısırır; acıkırlar nerede yiyeceklerine taş-kâğıt-makas oynayarak karar verirler anlayacağınız senaristlerimiz #AdBor çiftini özgün kılmak için sık sık çocukça ama naif tepkilerden faydalanıyorlar. Ben de bi yanı hep çocuk büyümeyen bu ikiliyi seyretmeye bayılıyorum. Bora’nın Ada’nın yanında iş adamı kimliğini sıyrılıp canlanmasını seviyorum. Sanki Bora’nın dünyasında sadece griler varmış da Ada hayatına girdikten sonra gökkuşağını görmeye başlamış gibi. İtiraz edip “burası benim işyerim bunu yapmayacağım” diyebilirdi. Gider Çin lokantasına yemeğini yerdi ama Ada ile oynamayı seçti. Çünkü mesele nerede yedikleri değil; birlikte yemeleriydi.
Taş-kâğıt-makas oynamaya başta itiraz etse de oynarken ne kadar keyif aldığı ve de hırslandığı yüzünden belliydi ama ben asıl kazananı belirleyecek hamle için karşılıklı savaşırken her ikisinin de aynı hamleyi düşünmesi detayına bayıldım. Yüzlerinin aldığı şekiller bir yana ikisinin de aynı anda aynı şeyleri düşünmelerinden artık bu konuşmadan anlaşma aşamasını aşıp zihinsel olarak telapatikleşme aşamasına geçtiklerini söyleyebilirim.
Gelelim 2. fragmanı gördüğümüzden beri izlemek için can attığımız ve üzerinde en çok konuştuğumuz sahnelerden biri olan boks sahnesine. #AdBor çiftinin aşk kokan ateşi yüksek sahnesine geçmeden önce kısacık da olsa Tuğçe ve Rüzgâr arasında gerçekleşen boks maçından söz edersem Rüzgâr gibi insanı sinirlendirmesi kuvvetli muhtemel biriyle yapılacak boksun stresi azaltması garanti de çiftlerin barışmasını sağlayabileceği fikri başından bir hataydı. Tuğçe’yi yeni yeni sevmeye ve ısınmaya başlasam da kadınlara istediğini yapabileceğini düşünen Rüzgar’a hem onu terk ettiği hem de istediği mevkii alabilmek adına ona şantaj yaptığı için dayanamayıp saldıran Tuğçe’yle gurur duydum. Sahnenin şiddet içerdiğinin farkındayım ama -şiddeti yüceltmeden göstermeyi başaran bu sahnedeki gibi- bazen erkeklere bizi küçümsememeleri ve hor görmemeleri için onların anlayacağı dilde ders vermek gerekebiliyor.
Rüzgâr ve onun kadınları boyunduruğu altına almaya çalışan toksik maskülen tavırlarına karşı senaristlerimiz sağ olsun nasıl dolduruşa gelmişsem Tuğçe her yumruk savurduğunda ve özellikle de yere yatırıp bir güzel dövmeye başladığında içimin yağları eridi. İçimden Ada’nın boşa giden yıllarının da hesabını sor diye haykırmak geçti ki sahnenin tek sorunu #AdBor anını bozmasıydı. Onun dışında Bora’nın Rüzgar’a ayağa kalkma konusunda yardım etmesi, Rüzgar’ın onu Evren sanması sonra atıp tutmaya başladığında Tuğçe’nin kendine hâkim olamayıp hırsımı alamadım diyerek üstüne saldırmaya çalışması ve Rüzgar’ın çocuk gibi koşarak spor salonunu terk etmesi komikti.
Ada ve Bora arasında yaşanan boks maçının temelinde Bora’nın hazır buraya gelmişken ona saldırsın diye Ada’yı kışkırtması vardı. Stres atmaya geldikleri salonda Ada’nın hem içindekileri döküp rahatlaması hem de aralarındaki bu gerginliğe bir son vermesi için başlattığı maça Ada’yı ikna etmesi çok çalışması gerekmedi. Onunla emir kipiyle konuşmasından başladı Meltem konusu üzerinden devam etti. Sonrada bir baktık ki Ada’nın saldırıları karşısında savunmaya geçen Bora yerde Ada da onun tam üstünde hala yumruklarını kafasına savurmaya devam ediyor.
“Ne istediğini söyle bana.
Söylüyorum ama duymuyorsunuz. Duymuyorsunuz. Hiçbir şey duymuyorsunuz, Bora Bey.
Duyuyorum. İleri gittiğimi düşünüyorsun ve benden bir özür bekliyorsun. Doğru duymuş muyum?
Beni bu kadar önemsemeyin, Bora Bey. Bir çalışanınızı bu kadar önemsemeyin.”
Boks sahnesi fiziksel olarak avantajın Ada’da olduğu nadir anlardan biriydi. Objektif bir gözle bakıldığında resmen Bora’nın kucağına oturmuş gibi görünüyordu. Üstelik sahnede kullanılan diyaloglar #AdBor ilişkisinin dinamiklerini anlayabilmek adına da önemliydi. Bora’nın bir yanı onu kızdırmak isterken öteki yanı da aralarındaki bu kırgınlığı bitirmek istiyordu. Ki kabul edelim özellikle romantik komedilerde karşısındaki kadına gerçekten ne istediğini soran erkeklere pek sık rastlamıyoruz. Onun yerine prensiplerini ve insanların nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerini karşısındakinden üstün tutan gururlu adamlar izliyoruz. Bu yüzden Bora gibi karşısındaki kadına ne istediğini soran ve ondan ne beklediğini daha o söylemeden anlayan bir erkek yarattıkları için senaristlerimize teşekkür ediyorum.
Bora her ne kadar bazı şeyleri anlamıyormuş gibi davransa da ayrıntılara her zaman dikkat etmeyi becerebilen bir karakter olarak çoğu zaman Ada’nın ne hissettiğini ve kendisinden ne beklediğini çok iyi tahlil edebilme becerisiyle öne çıkıyor ki aslında Ada onu affetsin diye normalde hiç yapmayacağı şeyleri yapıp hiç olmayacağı yerlere gitmesi de ona verdiği bu değeri anlatmaya yetiyor. Hissettiklerini belki kelimelere dökemiyor ama boş kelamlar etmekten çok daha fazlasını yapıyor. Eylemleriyle ona verdiği değeri Ada’nın hissetmesini sağlıyor ki bu çok daha anlamlı…
Yaşadığı haksızlıktan dolayı çok öfkeli olan Ada ile kendisinden bir özür beklendiğini anlamak konusunda küstahlık eden Bora arasında yaşanan duygusal yoğunluk bir kenara içinde oldukları pozisyon nedeniyle aralarındaki cinsel çekimin normalden çok daha güçlü olduğu bu sahneyi izlerken nefesimi tuttum. Ada’nın saçlarının Bora’nın anlına burunlarının da birbirine değmesi, nefes nefese olmaları ve göz temaslarının 10-15 saniyeden fazla sürmesi beni bir öpüşme yaşanacağı konusunda umutlandırdı. Birbirlerine doğru kafalarını yavaş yavaş eğmeye başladıklarında kesin öpüşecekler diye düşündüm ama olmadı. Senaristler daha iyi bilir elbette ama daha önce hiç bu pozisyonda çekilmiş bi öpüşme sahnesine denk gelmedim. Hele de bu pozisyonda bütün avantaj Ada’daydı. O yüzden cinsel çekimin çok güçlü yaşandığı bu sahnede bir ilke tanık olmak isterdim. Ama hayallerimin boynu bükük kaldı.
“Centilmenlik sarılması güzel şey. Sinir, stres, öfke her şey gidiyor. Siz de deneyin.”
Ada ve Bora’nın hemen yanlarında kucak kucağa oldukları sahneyi o sırada kozlarını paylaştıkları için fark etmemiş olabilirler. Ama Tuğçe ve Rüzgar’ın arasını düzeltmek için gönüllü boksör sarılması yaptıklarında bir şeylerin garip olduğunu kesin fark ettiler. Fark etmediyseler de en azından içgüdüsel olarak aralarında bir şey olabileceği hissine kapılmışlardır diye düşünüyorum ki haksızda sayılmazlar. Ada ve Bora’ya onları ikna etmek için sarıldıklarında bir şey oldu. Aralarındaki boy farkından dolayı Ada’yı çenesiyle boğazının altına sokan Bora sarılmaya devan ettikçe daha çok yumuşamaya başlamıştı. Kelimeleri arasındaki es ve sesindeki tonlama da sahnenin olduğundan başka anlaşılması için imkân yarattı. Yavaş yavaş Ada’ya sarılmak hoşuna gitmişti. Sanki uzun zamandır ona sarılabilmek için fırsat kolluyormuş gibi öyle sımsıkı sarıldı ki Ada kendini geri çektiğinde bir süre daha onu bırakmamaya çalıştı.
Bora ona sarılır sarılmaz göğsünde hem de tam kalbinin üstünde yuvasını bulmuş kadar rahattı. Gözlerini sımsıkı kapatmış yüzünde huzur ve mutluluk dolu bir gülümsemeyle ağzını bile açmadan öylece duruyordu. Rüzgar’ın bir şeyler sezdiğini anlamasaydı daha uzun bir süre Bora’nın kollarında kalmaya devam ederdi herhalde…
Ada ömür boyu bahtsızlığının bir sonucu olarak düşe kalka hayatta kalmayı öğrenmişti. O yüzden Rüzgâr ve Tuğçe konusunda başarısızlıkla sonuçlanan boks macerasından sonra hemen pes etmesini beklemek doğasına aykırı bir hareket olurdu. Rüzgar’ı kendinden uzak tutmanın anahtarı olarak gördüğü barıştırma operasyonun ikinci aşaması evde yenen bir akşam yemeği olması dolayısıyla amaca daha uygundu ama bu sefer de Bora ona yardım etmeyi istemiyordu. Üstelik “Hayat seninle her an lunaparkta olmak gibi” dediğinde güzel bir şey kast etmediği de belliydi. Bana Ada’nın tahmin edilemez, dengesiz ve inişli-çıkışlı hallerine vurgu yapmak istemiş gibi geldi.
Geçen hafta Tuğçe ile Bora ve Meltem’in arasında bir şey olmuş mudur diye konuşurken farazi de olsa o iki parmağı yan yana getirmeye yüreği dayanmayan Ada’nın söz konusu olan Rüzgâr ve Tuğçe olduğunda rahatça iki parmakla göstermeye başvurabilmesi detayı da bence çok ilginç. Meğer yüreğinin almadığı konu içinde Bora’nın olmasıymış. Bora’nın Rüzgar’ı Ada’nın dairesindeki akşam yemeğine getirmeyi kabul etmemesinin nedeni bence söylediği gibi kumpas kurmak istememesinden değil; Tuğçe için de olsa Rüzgar’ın o daireye yeniden gitmesini istememesinden. Çünkü Rüzgar’ı en son o dairede gördüğünde üstünde bornoz vardı ve o görüntü onun zihnine ömür boyu kazındı.
Tuğçe’nin Ada’nın evindeki mutfak macerasına değinmeyi düşünmüyorum. Zaten Tuğçe gibi birinin kendi elleriyle Rüzgar’a yemek hazırlayacağını düşünmek çok mantıksızdı. Ama kabul ediyorum benim gibi iki yumurta kırmaktan bile aciz biri için bile mutfaktaki uzaylı hallerini izlemek çok yorucuydu. Nasıl bi insan salata malzemelerini yıkaması gerektiğini bilmez anlamadım ama annem bu sahneyi izleseydi beni kesin öpüp başına koyardı. Tuğçe’nin gitmesi Bora’nın yardıma gelmesi açısından iyi oldu. Eğer Bora eve yardım etmeye geldiğinde Tuğçe hala orada olsaydı #AdBor çifti arasında mutfakta geçen bütün sahnelerin romantizmi hiç gerçek olamadan sönüp gidecekti.
Ada’nın affını kazanabilmek için yaptığı anlaşmaya sadık kuzu gibi yardıma gelen Bora ekranda görmeye ihtiyaç duyduğum ama görene kadar ihtiyacım olduğunu bilmediğim Bora’ydı. Süt dökmüş kedi gibi kapıda belirdiği an Bora’nın karizmatik ve sevimli olduğu anlardan biriydi. Nane üzerinden birbirlerini ıslatarak misilleme yaptıklarını izlemek de çok keyifliydi. Rüzgar’ı eve getirme konusunda gönüllü olmadı ama Ada’yla mutfağa girmeye dünden razı. Bana nedense yemek yapmasına yardım etmek için değil de Ada’ya yakın olmak için gelmiş gibi geldi …
Yemek yapabilen erkek her zaman makuldür ama benim gibi yemek yapmaktan anlamayan kadınlar için en büyük hayallerden biridir. Yemek yapabilen erkek bizim gibiler için seksi, karizmatik ve aynı zamanda mükemmel erkektir. Ki Bora’nın salata yapımı sırasında bıçağı nasıl kullandığına bakılacak olursa o marifetli parmakları onu hem daha çekici hem de karizmatik yapmaya yetiyor. Bu durum onu izlerken Ada’nın yüzünde beliren o gülümsemeden de belli. Üstelik sadece doğrama konusundaki yeteneğinden de bahsetmiyorum. Bardak ölçüsüyle suya pirinç koymak bir insanın eline bu kadar mı yakışır ya? İleride evcimen bir Bora Doğrusöz ile karşılaşırsak hiç şaşırmayacağım.
Her dizide çift olarak mutfağa girildiğinde boyu aşağı yukarı benim gibi olan bi hemcinsimin tava ya da tencere gibi mutfak eşyalarını anlamadığım bir nedenden ötürü nedense boyunun erişemediği üst raflara koyduğu ve erkeğin de ona yardım etmek için elini uzattığı anda ellerinin veya gözlerinin buluştuğu o an. Klişe olduğunu biliyorum ama bazı şeylerin çok sık kullanılıyor olmasının da bir nedeni var. Mutfağı #AdBor gibi çiftler için romantizmin hissedildiği alanlardan biri yapmak ve aralarındaki fiziksel çekimin ambiyanstan değil; o iki insanın arasındaki doğal ve organik bağdan kaynaklandığını göstermek. Romantik olmayan ortamlarda romantik anlar yaşayabileceklerini kanıtlamak.
Ada daha yardım istemeden Bora’nın onun yardıma ihtiyacı olduğunu anlaması ve yardımına koşması çok tatlıydı. Biz Bora’nın bu ilişkinin ciddi tarafı olduğunu söylüyoruz hatta kimi zaman Ada’yla zıt kutuplar olduklarını iddia edip ileriye gidiyoruz ama Bora onun yanındayken bambaşka bir adama dönüşüyor. Bütün ciddiyetini bir kenara bırakıp belki biraz sinirli ama nüktedan, gülümseyen ve çocuksu haller takınan birine dönüşüyor. Yoksa çikolatalı pudingi çok beğendiği halde neden güzel olmamış gibi davranıp Ada’yı sinirlendirsin ki. Bana soracak olursanız Bora onun evinde yaptığı keki yerken Ada’ya yakalanmanın intikamını aldı. En azından ben öyle düşünüyorum. Ada’nın eliyle hiç düşünmeden Bora’nın dudağını sildiği o doğal sahnenin üzerinde hiç durulmadan geçiştirilmesinin tek nedeni olarak senaryoda yer almayan bir doğaçlama olmasını görüyorum. Bence o sahnede Ada’yı değil; Cemre’yi izledik.
Ada’nın ellerinin değdiği her şey mi ona lezzetli geliyor yoksa Ada gerçekten iyi bir aşçı mı bilemiyorum ama ileride Bora için pişirdiği bir şeyi işe getirdiği bir sahne izlemeyi çok istediğimi biliyorum. Mutfakta beni en çok gülümseten sahne Bora’nın baş parmak kalınlığında yaptığı sarma oldu. Bunu eğlencesine mi yaptı hiçbir fikrim yok ama ortaya bi komedi çıktı. Hiçbir erkek yanındaki kadına aşık değilse eğer “birileri beni affetsin” diye saatlerce sarma kapatma eylemine gönüllü olmaz. Bu da Bora’nın eylemlerinin kelimelerinden öte olduğunun bir başka kanıtıydı. Bu sahneler diyalogla çekildiği halde neden üstüne müzik koyulmuş bilmiyorum ama ben diyaloglu halini tercih ederdim.
Akşam yemeği için Rüzgar’ı bekledikleri o sahnede “Erkeğimi ellerime besleyeceğim” gibi geleneksel/cinsiyetçi bir söyleme Bora’nın karşı çıkması boşuna değil; feminist kimliğinin bir parçası. O yüzden eril bakış açısından lehlerine olan bir cümleye böylesine karşı çıkması güzel bir ayrıntı olmuş. Yalnız Ada’nın saf bir romantik komedi karakteri olmadığı istediğinde zekasını kullanarak ve insanları manipüle ederek istediğini yaptırabildiği de teyzesini kandırıp Rüzgar’ı evindeki akşam yemeğine getirebilmesinden belli. Manipülasyon tabi ki iyi bir şey değil ama kendisine üç yıl boyunca yapılmış bir şeyi bunu ona yapana ve arkasından gidip Rüzgar’la iş birliği yapan teyzesine yapmasına hiç üzülmedim. Bence insanları kendi silahıyla vurmak sizde açtıkları yaraları anlamalarını sağlamanın en iyi yolu.
Rüzgar’ın Tuğçe’yi görünce yüzünün düşmesi, Ada’nın durumu toparlamaya çalışması ve Bora’nın sinirden titreyen halleri en başından bu yemeğin bir felaketle sonuçlanacağına işaret ediyordu aslında ama Ada o işaretleri görmek istemedi. Ada’nın bu “aç karnını doyurma” söylemleri ve Bora’nın bu gecenin bir an önce bitmesini dileyen o halleri yemeğin çetin geçeceğinin ilk ayak sesleriydi. Üstelik buna bi de yediği dayaktan sonra sevimsizleşen Rüzgar’ı da ekleyince ortamın nasıl buz kestiğini bi de siz düşünün. Ada’nın yemekleri getirme bahanesiyle Bora’yı önüne katıp mutfağa gitmesi çok ustaca bir hareketti ama benim bu akşam yemeğinden asıl bahsetmek isteme nedenim Tuğçe tarafından sarf edilen “Bu işi tatlıya bağlayalım” cümlesini duyan Ada’nın düşünmeden Bora’nın boynuna atlaması.
“Bora Bey yaptım. Allah’ım yaptım. Ne kadar sevap kazanan bir insanım. Yaptım. Sevenleri kavuşturdum.
Ne güzel… şeymiş, kavuşmak. Yani kavuşturmak.”
Bora kendini geri çekmeye çalışmadı. Bu sarılmaya karşı koyduğuna dair hiçbir kanıta da rastlamadım. Hatta elini Ada’nın beline götürerek bu sarılmayı pekiştirme yoluna gitti. Ada’nın ona sarılmasıyla Bora’nın ellerini onun beline koyması eş zamanlı olarak düşünmeden gerçekleştirildi. Ada bir çocuk edasıyla aralarının düzelmesine kalpten bir şekilde sevinirken Bora’nın yüzündeki şaşkın ve çocukçu ifadeyi izlemek benim çok keyifliydi. Ada’nın tenine deyip kokusunu içine çekebilme ihtimali zaten başını döndürmeye yetiyordu bir de Ada kafasını kaldırıp onunla yüz yüze gelince bir an için bütün kontrolünü yitirdi. Ve ağzından hiç hesapta yokken “ne güzel şeymiş kavuşmak” çıktı.
Bora’nın kavuşturmak yerine dili sürçüp “kavuşmak” demesi bilinçaltında bi yerlerde Ada ile kavuşmayı arzu ettiğini anlamaya yetiyordu ki Ada da kavuşmak kelimesinden sonra ne halde olduklarını fark edip ciddileşti. İkisi de içten içe öpüşmeye yakın olduklarının fark edip konuyu geçiştirdiler. Masaya da döndüklerinde Rüzgar’ın “zamanı boşa geçirmenin bir anlamı yok” dediği andaki laubaliliği ve gözünü Ada’dan ayırmaması Bora’nın dikkatinden kaçmadı. Ama ilişkilerde yalansız dolansız olma konusuna o kadar kendini kaptırdı ki tepki vermedi. Bora Ada’nın bir şeyler sakladığını ve evlilik hakkında yalan söylediğini hissediyormuş gibi öyle cümleler kuruyor ki kızın aklını okuyormuş gibi hissediyorum. Bora beni biraz korkutuyor.
Ada ve Bora’nın Tuğçe ve Rüzgar’a mahremiyet sağlamak için çikolatalı dondurma alma bahanesiyle -ki aynı anda hem Ada’nın hem de Tuğçe’nin aynı bahaneye sığınması çok tatlıydı-evden çıktıkları sahnede komşunun kırdığı potlar Ada’yı neredeyse delirtmek üzereydi. Bora’nın Ada’ya her hayır dediğinde kendisini bir şekilde onun dediğini yaparken bulması çok sevimli, değil mi? Ne kadar karşı koyarsa koysun dönüp dolaşıp onun dediğini yapıyor. Bu komşu milleti yok mu en fenası meraklısı. Kızın nerede olduğundan sana ne? Bir de bebek lafı etmedi mi neredeyse Bora’nın kalbine indiriyordu. Yüzünde paniklemiş bir ifadeyle ne bebeği diye sorup durdu. Bir de üstüne “sarı şekere selam” deyince tüy dikmiş kadar oldu. Neyse ki Ada hedef şaşırtmak konusunda çok iyi de Bora’nın dikkatini dağıttı.
Sabah Ada’ya “Hayat seninle her an lunaparkta olmak gibi” demişken akşamına merdivenlerde pamuk şeker yiyor olmak ya büyük bir tesadüf ya da senaristlerimiz kader mefhumunu gerçekten çok seviyorlar. Gözümden kaçmadı. Apartmanın merdivenlerinde oturmuş güzel güzel pamuk şeker yerken -ki itiraf edeyim ben pamuk şekeri sevmem. Çünkü yapış yapış oluyor- konu dönüp dolaşıp yeniden komşusundan açılınca konuyu bastırabilmek için Bora’nın ağzına pamuk şeker tıkmış olsa da bu bölümde ikinci kez Bora’nın dudaklarına dokunduğuna şahit oldum. Ki sahne bence hem eğlenceli hem de romantizm yüklü bir sahneydi. Gündelik hayatlarında birbirlerine dokunma konusunda izin istemek zorunda hissetmemeleri ve herhangi bir sosyal norm ya da fiziksel sınırdan mustarip olmamaları da aslında hiç farkında olmadan ne kadar çok yakınlaştıklarının ve nasıl bir fiziksel bağ kurduklarının en büyük kanıtı.
Ada’nın belirttiği gibi bir kibarcık olduğu halde Ada’nın elleriyle kendine pamuk şeker yedirmesine tepki vermeyen ve hiç kızmayan Bora’nın ağzına tıkıştırılan tüm pamuk şeker parçalarını yutması halinden iddia ettiği kadar şikâyet etmediğinin işaretiydi ki yüzünde aniden beliren bir tebessümle Ada’nın dudağının kenarından aldığı pamuk şeker de Bora’nın onun dudağına dokunmak istediğinin en büyük kanıtıydı. Senaristlerimiz bölümler arasında paralellikler kurmayı sevdiklerini biliyorum ama paralelliğin bir ayna durumu gibi aynı sahne içinde kurulması muazzamdı. Bora Ada’ya dudağının kenarında pamuk şeker olduğunu söyleyebilirdi. Ama bunun yerine kendi müdahale etmeyi seçti.
“Dudağında pamuk şeker kalmış. Elim bulaşıyor işte. Dudağındaki pamuk şekere.”
Ada’nın dudağında pamuk şeker olduğunu söylediği anda Ada’nın az önce dudağına dokunulmuş olunmasından dolayı duyduğu heyecan, hızlı nefes alıp vermesi ve gözlerini birbirinden ayırmadan uzun uzun bakışmaları klasik romantizm anlarından biriydi. Nerede kimlerle olduklarını hatta dünyada olduklarını bile unuttukları ve bir gece vakti sıradan bir apartmanın merdivenlerinde kimin görebileceğini hiç düşünmeden sokak ortasında spontane bir şekilde yaşanacak ilk öpüşmelerini göreceğimiz an yeniden Tuğçe ve Rüzgâr yüzünden bölünmüş oldu. AdBor arasındaki aşk bir yana aralarında öylesine güçlü fiziksel bir çekim ve cinsel tansiyon var ki aralarındaki çekime karşı koymak artık her ikisi için de imkânsız bir hal almaya başladı. Ki Bora’nın onun dudağının kenarından aldığı pamuk şekeri yediği detayı gözümden kaçmadı. Şimdi Bora’nın sadece eli değil; dudağı da ona bulaşmış sayılmıyor mu?
Belli ki Ada da pelüş ayısını benim kadar seviyor. Bir ortak noktamız daha varmış. Ama Rüzgar’a kızdıysan hıncını ondan çıkar zavallı ayıcığın suçu ne günahı ne ki sokağa atıyorsun. Yazıktır ayıcığa bunu yapma! Tuğçe’nin cinneti, Rüzgar’ın can korkusu ve Bora’nın arada kim vur duya gitmesi komikti. Hele de Rüzgar’a “yürü lan yürü” diye komut verişi eğlenceliydi. Bora’nın daha önce lan dediğini hiç duymamıştım. Böyle bir anda bile Bora’nın komut vermeye devam edişi hele de dondurmayı dolaba koymayı hatırlatması ise nasıl bir sahnedir, niteleyecek söz bulamadım.
Bir insan gece uyumadan önce en son ne düşünüyorsa o şeyin gece rüyasına girme olasılığının yüksek olduğunu söyler ki Bora’nın uykuya dalmadan önce hem spor salonunda kucak kucağa oldukları hem de akşam apartmanın merdivenlerinde otururken dudağından pamuk şekeri aldığı anı düşünmesi neden rüyasında Ada’yı gördüğünü çok iyi açıklıyordu. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle iç çeke çeke “ne kadın ama” demesi de Ada’ya duyduğu ilgiyi anlatıyordu. İtiraf edeyim Ada’yı gece vakti Doğrusöz ailesinin bahçesinde ilk gördüğümde bunun bir rüya olduğunu anlamadım ama Bora’nın gece gece Ada’dan bu şekilde hesap sormasını birazcık garipsedim.
“Bora Bey… siz yoksa beni kıskanıyor musunuz?
Evet. Kıskanıyorum seni.
Beni neden kıskanıyorsunuz?
Bilmiyorum. Bilmiyorum.
Bence biliyorsunuz ama itiraf etmeye korkuyorsunuz? Beni neden kıskanıyorsunuz? Evet sizi dinliyorum.
Tek bildiğim yanımda olmadığın her an seni kıskandığım. Sen tek başına yürürken bile ben senin yanından geçen insanları kıskanıyorum. Tek bildiğim bu.”
Bora’ya onu kıskanıp kıskanmadığını sorduğu anda bunun bir rüya olduğunu anlamıştım. Çünkü Ada rüyalarında bile bu kadar cüretkâr ve dobra değildi. Ama bu defa Bora’nın rüyasını görecek olduğum için çok da heyecanlıydım. Eğer bu rüya Ada’nın olsaydı Bora mutlaka takım elbise giymiş olurdu. Rüya olduğunu bildiğimden genel akışa hiç etki etmeyecek bu rüyayı anın büyüsüne kapılarak izlemeye kendimi kaptırdım. Bora’nın rüyada bile olsa kendisini soruları ve imalarıyla çok zorlayan Ada’ya onu kıskandığını itiraf etmesi büyük bir meseleydi. En azından Rüzgâr ve Kuzey konusunda neden aklını kaybetmiş gibi davrandığını kendine itiraf etmeye başlamıştı. Aslında içten içe neden böyle davranışlar sergilediğini biliyordu ama ilk kez kendiyle yüzleşti. Üstelik onunkisi öyle bir kıskançlık ki Ada yanında olmadığı anlarda onun yanında olanları bile kıskanmasına neden oluyor ki bu insanı delirtebilir.
“Kıskanmak aşkın göstergesi mi?
Dozunda olursa tuzu biberi. Ama dozunu kaçırmamak lazım tabi. Bir dakika. Siz…siz bana aşık mısınız?
Aşıksam ne olur?”
Bora’nın çoğu zaman Ada’ya yönelttiği öfkesinin aslında kendine bile itiraf edemediği aşkı ve kıskançlığı olduğunu daha önce söylemiştim. Ki kendine bile itiraf edememesinin altında geçmişte yaşadığı bir aşk acısı ve hayal kırıklığı var ama bunun da ötesinde kalbinin etrafına ve insanlarla arasına “aşk sadece bir illüzyondur” diyerek ördüğü koca bir duvarı var. Zaten bu yüzden hastanede gerçek anlamda ilk tanıştıklarında Ada aşk ve evlilik hakkında yazdığı yazılar konusunda kendisine tepkiliydi. O yüzden aralarındaki kavgaların en büyük sebebi aşkı “bir kadını gördüğün anla gerçekten tanıdığın an arasındaki jetlagtır” diye tanımlamasıydı. Ama Ada tüm karşı koymalarına ve aforizma sıralamalarına rağmen Bora’ya hiç hissettirmeden sessizce kalbine girmeye ve onu fethetmeye başladı.
Ada ve Bora’nın rüyaları arasında kurulan paralellik benim çok hoşuma gitti. Ada da Bora hakkındaki ilk romantik rüyasını Bora’nın bahçesinde görmüştü. Üstelik o rüyada da aralarındaki mesafe giderek kapanmaya ve birbirlerine ötekinin nefesini hissedecek kadar yakınlaşmışlardı. Aralarındaki tek fark Ada o rüyayı henüz duygularının yüzeye çıkmadığı bir dönemde görmüş olmasıydı. Bora ise duygularının en yoğun olduğu dönemde rüya görmeye başladı.
Sonra Ada’nın geçen hafta gördüğü gündüz düşüyle de kıyaslarsam o gündüz düşüyle bu gece rüyasının arasında dikkat çeken en büyük farkın Bora’nın reddedilme korkusu olduğunu söyleyebilirim. Daha önce de söyledim Bora karşısındaki insanın ona karşı hisleri olduğunu anlamadan asla harekete geçecek biri değil. Çünkü aşka tekrardan inanıp reddedilirse bu defa kendini tamamen kaybetmekten korkuyor. Ada ile arasındaki en büyük fark da bu. Onun korkuları içselken Ada’nınkinin gerçek insana dayanan dışsal bir korku olması. Ada Bora’nın ve Rüzgar’la evliliğini öğrenmesinden o kadar korkuyor ki duygularını itiraf ettiğinde reddedilme ihtimali aklına bile gelmiyor.
Ada’nın Güneş’e insanmış gibi davranmasıyla dalga geçerek gece gördüğü rüyanın etkisini bastırabileceği sanan Bora için hayatın daha büyük sürprizleri vardı. Ada’nın Güneş sevgisiyle dalga geçiyor belki ama hikayesini bilmese de içten içe o arabanın Ada için sıradan bir araba olmadığının farkında. Bunu ustaya ondan “canımız, kızımız, sarı tosbağamız” diye bahsetmesinden anlamak mümkün. Üstelik bu benimseyici tavrı Ada’nın da yüzünü güldüren bir ayrıntıydı. Bir insanı sevmek onun sevdiği şeyleri sevip değer verdiği şeylere değer vermektir. Tam da bu yüzden Bora sanayiye gidip ustadan Güneş’in çalındığını öğrendiğinde daha önce hiç olmadığı kadar çok panikledi. Ada’ya olan özür borcunu ödemeye çalışırken arabasının çalınmasına neden olduğunu düşünmek onu kahretti.
Ada’nın kahrolup kendini yerden yere vurarak ağıt yaktığını görüce de daha bir fena oldu. Ada’nın gözünden akan bir damla göz yaşı bile Bora’nın içinin acımasına yetiyor ki bana soracak olursanız Bora gerçeği öğrendiğinde bile onun canını yakabilecek ti niyette biri olduğunu hiç sanmıyorum. Konuya dönecek olursak neyse ki Ada ondan çok daha merhametliydi de bu eziyeti çok uzun süre devam ettirmedi. Bu hayatta parayla yeri doldurulamayacak şeyler vardır. Parayla bir tosbağa daha satın alabilirsin ama Güneş ile yaşanmışlıkları satın alamazsın. Ada da istediğinde güzel hayat dersi verebiliyor ama Bora’yı zayıf noktasından vurmak ve bunu yaparken de onun kendisine yaptığı gibi acı çektirmeden eziyet etmeden yapmak büyük maharet isterdi. Onu tebrik ediyorum.
“Korktum Ada. Korktum. (…) Ada, korktum diyorum sana. Gerçekten korktum. Sana iyilik yapayım derken zarar vermekten korktum. Yani sana karşılığını veremeyeceğim ödeyemeyeceğim bir şekilde zarar vermekten korktum.
Ben de korkmuştum. Meltem konusunda. Size zarar vermesinden korktum. Özür dilemem yetmedi size. Oysa hayatınıza birini ya alırsınız ya da almazsınız. Siz benden intikam almayı tercih ettiniz.
İleri gittim. Haddimi aştım. Ben de bunları yapacak bir adam değilim ama yaptım. (…) Kusura bakma.”
Senaristlerin bölüm sonuna yakın bir noktada Bora’yı onun geçen bölüm Ada’yı düşürdüğü noktaya düşürmesi ve bu şekilde ona bi ders vermek isterken aslında Ada’ya kendini nasıl hissettirdiğini anlaması yani durumları arasında bağlantı kurdurarak Ada’yla empati yapmasını sağlamaları gerçekten mükemmel bir senaryo yazımı örneğiydi. Bu sayede Bora amacı her ne olursa olsun gidiş yolunun yanlış olduğunu anlayıp içten bir özür dilemiş oldu. Ada’nın Meltem konusunda bu kadar ısrarcı davranmasının altında yatan motivasyonu da anlamış oldu ki Bora’nın istediği en son şeyin Ada’yı geri dönülemez bir şekilde incitmek olduğunu da öğrenmiş olduk. Bora’nın hata yaptığı zaman özür dileyen bir adam olduğunu zaten biliyorduk ama bu oyun sayesinde bilinçli olarak sevdiği insanı hele de bir kadını incitmeyecek türden bir adam olduğunu da anlamış olduk. Bora sadece verdiği dersin tüm sonuçlarını hesap edememiş Ada’ya kendini nasıl hissettirebileceğini düşünememişti ki unutmayalım kimse mükemmel değildir.
Senaristlerimize dizilerinin senaryosunun klişe olduğunu söyleyen ve onu her hafta karalamak isteyenlere inat tüm o klişelerin üstünde eşsiz ve kendi şahsına muasır bir Bora yarattıkları için teşekkür ediyorum. Bora hata yaptığını kabul edebiliyor; ona bi ders verilmesinden hiç hoşlanmıyor ama abartılı tepkiler de vermiyor. Ve Ada’ya ne kadar kızarsa kızsın onu incitmekten korkup “sahilde çay ısmarlama” teklifiyle hemen yelkenleri suya indirebiliyor. Ada’ya onu kandırdığı için kızmasıyla Ada’nın çay teklifini duyup yumuşaması arasında neredeyse saniyeler var. O yüzden âşık olduğu kadını incitmekten korkan ve yanında kedi yavrusuna dönen Bora’ya kızgın kalmak mümkün olmuyor. Konu o olduğunda kalbim hemen yumuşayıveriyor. Ada’nın Güneş ile tanışma hikayesini duyunca Güneş’in öksüz, bakımsız ve kimsesiz oluşunu kendine benzetip onunla kader birliği yaptığını düşünüp onun için verdiği savaşı da duyunca Güneş’i çok sevdim. Ki Bora’nın onu hayran hayran izlemesinden de aynı fikirde olduğumuzu anladım.
Son sahneye gelince Rüzgar’ın Tuğçe’ye şantaj yaparak bu mevkii aldığını öğrenen Ada’nın odasına gidip ondan hesap sorduğu sırada Bora’nın da eş zamanlı olarak onu aradığını görünce kesin Ada ve Rüzgâr arasındaki tüm konuşulanları duyup onların evli olduğunu en kötü şekilde öğrenecek diye korktum. Hatta Ada ona hayır demesine rağmen söylediklerini umursamayıp evli hayatı yaşayacaklarını düşünen Rüzgar’ı azıcık zorlayınca içinden çıkan o iğrenç canavar -ki Ada’ya ciğerci kedisi demeye tenezzül etti- Ada’yı rızası olmadan öpüp ortalığı karıştıracak diye düşündüm ama çok şükür öyle bir şey olmadı diyerek sonu gerilimli biten bölüm yazımı tamamlıyorum.
Haftaya Görüşmek Üzere… Hoşça Kalın…