Teşkilat zirvedeki yerini bu hafta kaptırdı. Yayına başladığı günden bu yana ilk defa ikincilik yaşayan dizinin bu haftaki reytingleri Total: 8,51 reyting ile 1.lik ama AB: 8,21 ve ABC1: 9,17 ile ikincilik. Bölüm değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Teşkilat’ın on dokuzuncu bölümü geçen haftaki bölümün kaldığı yerden yani kayıp olduğu bir buçuk aylık dönemde Serdar’ın yolunun Simon’la kesiştiğini kanıtlayan videoyu eski eşi Kemal’in bilgisayarında gören Zehra’nın bu işin arkasındaki gerçeği ortaya çıkarabilmek için çıktığı solo görevin onun yakalanmasına ve işkence görmesine neden olduktan sonra az kalsın öldürülmesine neden olacağı anda yüzünü göremediğimiz bir el tarafından kurtarılmasıyla başladı. Sonrasında sesini duyduğumuz bu elin Mete Başkan’a ait olmasına çok sevindim. Zira her ne kadar Halit Başkan’a çok çabuk alışmış olsam da Mete Başkan’ı yani Mesut Akusta’yı özlemişim. Halit Başkan’ın profesyonel tavrının aksine Mete Başkan’ın ekibe olan tavrı “Devlet Baba” dedirten cinsten ve ben bu benzetmeyi seviyorum.
“Bu devlet ne bir karış toprağını ne bir damla suyunu ne de evladını kalleşin eline bırakmaz.”
En karanlık an şafak sökmeden önceki an derler ya doğru. Mete Başkan öyle bir anda kızı gibi gördüğü Zehra’nın yardımına koştu ki Zehra’nın artık oradan çıkacağına dair en ufak bir umudu bile kalmamıştı. Üstelik kadın da tam “nerede senin devletin, seni kurtarmaya neden gelmediler?” dediği anda ortaya çıkması da zamanlama olarak çok manidardı. Böylece bölüm açılışını hem Mete Başkan’ın dönüşüyle hem de Zehra’nın kurtuluşuyla yaparak bölüm yüzümü gülümsetmiş oldu. Deniz Baysal Zehra’nın yaşadığı travmayı gözünü açtığı anda öylesine güzel bir şekilde yansıttı ki iliklerime kadar hissettim. Ona ödül vermemek kesinlikle suç olmalı. Uzun süre susuz kalmış ve yaşadığı travmanın etkisiyle titreyen Zehra’nın ondan beklenmediği halde çok kısa bi sürede kendini toparlamaya çalışması ve ölümün kıyısından döndüğü halde Mete Başkan’ı Serdar konusunda bilgilendirmeye çalışması takdire şayandı. Bu bir buçuk ayda Serdar’ın Simon’un şoförü olup da yüzünü görünce hatırlayamamasının tek açıklamasının Alias dizisiyle benzer bir şekilde yeniden programlanması ya da beyninin yıkanmış olma ihtimali olduğunu düşünüyorum.
Benim gibi Serdar’ın bir cümleyle tetiklenebilecek tarzda bir Truva atı olmasından başka korkan var mı bilmiyorum ama Zehra’nın bu 1 buçuk ayda ona ne olmuş olabileceği şüphesi yüzünden kolay kolay #ZehSer olmayacak gibi.
Daha bölümün başında Zehra’ya işkence eden adamın Mavi Vatan sondaj gemisine yapılan saldırının arkasındaki beyin olduğunu, Mete Başkan’ın gizli görevinin onu bulmak olduğunu ve Simon’un sondaj gemisinden çalarak suya attığı bilgilerin -küçük bir teknoloji sayesinde- ona ulaştırılmaya çalışıldığını öğrenince aklımdaki soruların bir kısmı cevaplanmış oldu. Yıldırım ülkeye yeni geldiği halde nasıl aylardır planlanan bir operasyonu gerçekleştirmiş diye düşünüyordum. Meğerse yapan o değil; Ariel’miş. Kambur lakaplı teröristin SİHA ve İHA teknolojisi yüzünden hiçbir yerde güvende olmadıklarını ifade edişi çok hoşuma gitti. Eskiden olsa bırakın sınırımızı ülkemizin içinde bile rahat rahat eylemler yapan teröristlerin Türkiye’nin savunma sanayisinde kat ettiği başarılardan ötürü artık mağaralardan bile başlarını çıkarmaya korkar olduklarını görmek güzel. Bu korkusuna rağmen dostlarının onu Türk adaletinden koruyabileceğini düşünmesi ise büyük bi gaflet. Halbuki Bugüne kadar Türk’ün karşısında kim durabilmiş? Sözde dostumuz dünya ülkelerinin ellerini kirletmeden maşa olarak bize karşı kullandıkları teröristlerin halleri malum…
Geçen sezon yapılan operasyonların hepsi Fadi’yi yakalamak için planlanıyor olsa da gerçekleştirilen operasyonlar kopuk kopuktu. Bu sezonsa tam aksine her operasyon büyük resmin bir parçasıymış gibi hissediyorum. Bu sezon ise kendi içinde mini dizi kıvamında “chapter” ayrılmış gibi geliyor. Zamanında ben liseye giderken izlediğim bir dizi vardı: Heroes. Onu izleyenler ne demek istediğimi çok daha iyi anlar. Her bölüm hikâyenin bir köşesini tamamlıyor. Biz izlerken kurgu deyip geçiyoruz ancak Teşkilat senarist grubu yakın bir gelecekte yaşanması muhtemel bir dış politika senaryosu ve ülkenin gündemini meşgul eden bir olayla karşımıza çıkarak gerçeği haykırıyorlar.
Ceren’in “ajan” olduğu ortaya çıktığına ve Serdar’ın uzun zamandır gerçek kimliğini bildiğini öğrendiğine göre onun bu hikâyede hala ne işi var inanın hiç bilmiyorum ama Serdar’a “tek kurtuluşunuz benim, iş birliği yapacağım” diye konuştuktan sonra yaptığı ilk işin ona yalan söyleyip Yıldırım’la buluşmak olmasına şaşırmadım. Sonuçta yılan deri değiştirebilir ama yılan olmaktan vazgeçemez. Beni şaşırtan Serdar’ın onu takip etmeyi akıl etmiş olmasıydı. Tam ne güzel ikisinin birlikte fotoğrafını çekti bu saatten sonra tek yapması gereken ihanetini kanıtlayan bu resmi Halit Başkan’a ulaştırmak derken Yıldırım’ın Ceren’i kaçırtıp sadakat testine tabi tutası geldi. Kimsenin güvenmediği bir yalancıysan bu normal ama tam bu konuyu kendi içinde çözmüşken Ceren kaçırılınca haliyle peşlerine düştü ve çektiği işkenceyi de görünce doğru söylüyor olabileceğini düşündü; bir ara içeri girip onu kurtarmaya bile çalıştı ya.
Acı çeken birini gördüğünde Teşkilat mensubu olarak verdiği ilk tepkinin elini silahına götürmek olmasını anlıyorum ama karşısındaki insan Ceren. Hedefe giden yolda kullanılabilecek iyi bir araç olsa da onu kurtarmak için tehlikeye atılmanın bir anlamı yok. Üstelik onu kurtarma konusunda kendi içinde de tereddütlerin varken. Ölürse kader dersin ölmezse kaldığın yerden devam edersin. Bir kızı var diye vicdan yapmaya gerek yok bence. Gene de Serdar’ı anlık kurtarma görevindeyken adamları atlatmak adına tırmanmış görmek çok havalıydı. Spiderman Serdar iş başında…
Ceren karakterini en başta bu Devletin/Ülkenin/Milletin çıkarlarına aykırı eylemlerde bulunan bir düşman ve terörist olduğu sonrasında da Serdar’ı kandırdığı ve ekipteki herkesin ailesine bi şekilde zarar verdiği için sevmiyorum ama gerçek niyetinin ne olduğu anlaşılamayan sadakatinin kime olduğu bilinemeyen Ceren’i oynayan Ezgi’yi seviyorum. Ceren’in bu hikâyede hala ne işi var ve neden hala Serdar’ın yanında diye çıldırıyor olmama rağmen Ezgi’yi yıllarca “şımarık iyi kız” karakterlerine hapseden o dar görüşlü yapımcılara inat rolünün hakkını vermesini zevkle izliyorum.
Ceren’e gelince kızı doğmadan önce de bu işi yapıyormuş ve onu Şef yetiştirmiş yani şimdi yaptığı her şeye kızını bahane edebilir ama önceden yaptıkları gerçek karakterini gösteriyor. Bu saatten sonra melek gibi olsa da benim onun hakkındaki kanaatim değişmeyecek. Serdar’a olan biteni anlattı diye kimse şüpheye düşmesin. Onun tarafı Yıldırım’la bugün tanışmış gibi davranmasından belli. Her şey kızım için dese de Yıldırım’a söylediklerinde samimi.
Gördüğü fiziksel ve psikolojik işkenceden sonra yorgun düşen Zehra’yı Suriye’deki karargâha götürmeye çalışırken yolda pusuya yakalanan Teşkilat mensuplarının bölgedeki teröristlerle giriştikleri çatışmayı uzun uzun da anlatacak değilim. Ancak senaristlerin çatışma sahnesinde ölen şehitler üzerinden biz seyircilere vermek istedikleri duygunun ekranının başına oturan her Vatansever’e geçtiğine de eminim. Düştükleri kalleşçe pusuya aldırmadan ve asla geri çekilmeden kanlarının son damlasına kadar savaşan her İsimsiz Kahramanın ölümü bu milletin yüreğini yaksa da “Vatan Sağ Olsun” demekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Onların kutsal bir mertebeye yani şehit mertebesine eriştiklerini bilmek ise biraz da olsa yitip giden hayatların ardından yüreğimizi rahatlatıyor. Herkes SİHA sözcüğünü çok sık duymaktan rahatsız olmuş ama bizi devamlı şehit haberleriyle yanıp kavrulmaktan koruyan da bu teknoloji. Kendi savunma teknolojilerimizi geliştirmiş olmak göğüs kabartacak bir durumken milletimiz bundan neden rahatsız olur deyip o konulara hiç girmeyeceğim ama ayıp! Başka bir ülke bunu yapmış olsaydı da bu kadar batacak mıydı?
Yitip giden hayatlar dediysem olumsuz bir şey demeye çalışmadım, yanlış anlamayın Bugün biz hür yaşayabilelim diye Atalarımızın hiç düşünmeden kanlarının son damlasına kadar savundukları ve uğruna canlarını feda ettikleri bu Vatan uğruna ne yapsak Atalarımızın hakkını ödeyemeyiz. Beni üzen kanlarıyla bu Vatan’ı sulamayı göze alan bu mert ve cesur insanların sözde dostlarımızın silah yardımı yaptığı korkaklar tarafından namertçe öldürülmeleri. Yoksa biz de Vatan demek namus, mahrem demektir. O yüzden onu korumak uğrunda ne kadar ölsek az. Türklerin iyi bir savaştan asla kaçmayacağını hala nasıl anlamıyorlar bilmiyorum halbuki tarihimiz kazanılan zaferlerle dolu.
Beni teröristlerle çatışma sahnesinde en çok etkileyen anlar sayıca az olmalarına rağmen kendilerine verilen görevi layığıyla yerine getirebilmek için Zehra’nın arabayı alıp gitmesini söyleyen tim liderinin fedakarlığı ve cesareti, ölen silah arkadaşlarının ardından yas tutabilecek konumda olmadıkları halde kaybettikleri arkadaşları için yüreklerinin parçalanması ve terörist tarafından vurularak yaralanan bi mensubun destek ekip gelene kadar kanaması olmasına rağmen buna aldırmadan görevini layığıyla yerine getirmeye çalışmasıydı. Tim liderinin kaybettiği arkadaşları için içinin acıması çok normal. Zamanında bu tür ekiplerin kurt sürülerine benzediklerine dair ilginç bir yazı okumuştum. Kurt sürülerinde kurtlar ayrı ayrı bireyler değil; sürü liderinin uzuvları gibi olurmuşlar. Bu yüzden de sürüden bir kurt kaybedildiğinde yankısı en çok sürü liderinde hissedilirmiş. Kurtların yaptığını insanlar neden yapamasın? Ekipteki arkadaşlarından biri öldüğünde de içi en çok acıyanın hepsinin canında sorumlu olan ekip lideri olması çok normal.
Sayıca az olmalarına rağmen teslim olmaktansa gerekirse ölümü göze alan Mete Başkan’ın ekibinin fedakarlıkları ve kahramanca savaşmaları dışında bu sahnenin en parlak yıldızı Zehra’ydı. Teröristler ateş açmaya başladıktan arabayla ilerlemenin ya da geldikleri yere geri dönmelerinin yaratabileceği felaket senaryolarını saatlerce işkence görmüş haliyle düşünebilmesi muhteşemdi. Kaos anlarında mantıklı düşünebilmek için eğitildiklerini biliyorum ama aç-susuz, saatlerce işkence görmüş bi şekilde titrerken ve bilincini kaybetmeye yakınken hala düzgün düşünebilme yetisine sahip olması saatlerce övülmesi gereken bir dayanıklılık. Eğitim aldıkları doğru ama sonuçta onlar da birer insan. Üstelik Zehra o kadarla da yetinmedi ağrıdan kıvranırken ve neredeyse şuurunu kaybetmek üzereyken silah arkadaşlarıyla omuz omuza savaşmayı tercih etti. Ve eline silah aldığı anda bir Asena oldu. Serdar’ın döndüğünden beri Zehra’ya bu kadar hayran olmasına şaşırmıyorum. Böylesine güçlü kuvvetli, dur durak bilmeyen, dayanıklı ve irade sahibi bi kadına kendini bilen her erkek âşık olur. Bu sahnedeki performansından ötürü Deniz’e ödül verilmeli.
Yalnız Zehra eski eşinin bilgisayarında o videoyu buldu. Araştırmasını yaptı, kadının evini bulup içeriye girdi. Deliler ararken Colette denen kadınla boğuşup saldırıya uğradı. Kim olduğunu söylemesi için o kadar işkence gördü anca Halit Başkan’ın evine gitmediğinden haberi oldu ya ben daha ne diyeyim. Mete Başkan olmasa Zehra çoktan faili meçhul cinayetlerden birine kurban gitmiş olacaktı. Kim bilir öldükten ne kadar sonra haberleri olacaktı? Bu yüzden karargâh ekibine ve Halit Başkan’a çok ama çok kızdım ama Türk savaş gemilerinin ve F-16 uçaklarının Akdeniz’de olmasıyla ilgili Hakkı’nın söylediklerini severek dinledim. Her şeyi o kadar güzel özetlemiş ki başka söze gerek yok.
“Bu suların altı onların batıklarıyla dolu. Hala akıllanmamışlarsa onların bileceği iş. Bizim denizcilerin zaten avuçlarının içi kaşınıyor. Bunların hepsini laciverte boyarlar. (…) Adamlar topraklarımıza göz dikmiş. (…) Deniz, toprak ya da hava fark etmez. Bizim olan bizimdir. Altı da bizim üstü de bizim. Göz dikenin gözü oyulur.
Senaryo gereği Servet’in tanıttığı ve nasıl çalıştığını saniyeler içinde çözerim diye hava atan Gürcan’ın söz ettiği teknolojiyi sevdim. Sezon başlamadan önce altını çizerek ikinci sezonun başrolünde Türk mühendisler tarafından “ülke savunması için üretilen teknolojilerin” olacağı söylenmişti; haklıymışlar. O küçücük bünyesinde İsviçre çakısı misali birçok fonksiyon barındırması dışında dizaynının da gerçek bir mühendislik harikası olduğunu söylemeliyim. SİHA göndermenin mümkün olmadığı bir ortamda sinyal bozuculardan etkilenmeyen bir teknoloji üretmeleri harika. Ki neler yapabildiğini okudukça Pınar’ın neden onu kullanmak için bu kadar istekli olduğunu çok iyi anlayabiliyorum.
Kamikaze dronumuz Kargu’nun sadece kendi ülkemizde değil; dünya basınında da büyük bir yankı uyandırmasına şaşırmadım. Öyle çok meziyeti var ki kim bilir saha görevinde canı pahasına ülkeyi koruyan kaç MİT ajanımızın ve askerimizin canını koruyacak? Ülke savunmamızla ilgili teknolojilere bu sezon daha geniş bir yer tanınmasından rahatsız olan izleyici kitlesine de şunu hatırlatmak istiyorum. Teşkilat sadece ülkemizde değil; yurt dışında da birçok ülkede yayınlanan bir dizi. Haliyle dünyanın parmakla gösterilen sayılı İstihbarat Teşkilatlarından birinin kullandığı teknolojileri üreten Türk mühendislerinin neler yapabileceğini tanıtmak istemeleri de gayet normal. Gerekli imkanlar ve hürriyet tanındığında bizi üçüncü dünya ülkesi olarak resmeden ülkelere inat neler yapabileceğimizi göstermek hakkımız. O yüzden bi daha böyle bir sahneye denk geldiğinizde homurdanmak yerine gurur duymayı deneyin. Ki senaristlerimiz “eskiden olsa böyle şeyleri Japonlar yapıyor derdik” cümlesiyle de kat ettiğimiz yola işaret ediyorlar.
Bu sezon Vatan görevine iştirak etmek konusunda daha hevesli gördüğüm Gürcan’da geçen sezona göre hoşuma giden birçok değişiklik ve olgunlaşma imaretleri var. Geçen haftalarda Zehra kızı için görevden ayrılmak istediğinde olaya bir zamanlar yerinde olduğu Yağmur’un değil de Zehra’nın bakış açısından bakmasının ve buna göre mantıklı bi değerlendirme yapmasının büyüme işareti olduğunu söylemiştim. Bir diğer büyüme emaresi de bu sezon Pınar’a karşı hissettiği duyguların bilincinde olması ve etrafta Pınar benden hoşlanıyor diyerek gezen haylaz bir çocuk gibi dolanmaması. Pınar’ı etkilemek için teknolojileri kullanarak kur yaptığını söyleyebilirim. Çetin’in çocukluk aşkının Pınar olduğu çıktığında kötü çocuk Çetin ve kontrastı en büyük kötülüğü saç çekmek olan Gürcan arasındaki bu savaşta kim kazanır ya da bu durum gerçek bir üçgene döner mi bilmiyorum ama meraktayım.
Bölümün en güzel sahnelerinden biri Mete Başkan’ın karargâha geldiği ve çalışma arkadaşları ama daha doğrusu evlatları olarak gördüğü insanlarla hasret giderdiği andı. Hele de bu beklenmedik gidişinin ardında Metin Akusta’nın gerçek hayatta geçirdiği beyin kanamasının etkisinin olduğunu düşününce bu geri dönüş daha anlamlı hale geliyor. Mete Başkan’ı görür görmez bayramda şeker görmüş çocuklar gibi sevinmelerini izlemek çok güzeldi. Bu konudaki en doğal tepkinin ekibin organik adamı Hulki’den gelmesi gayet normal. Ama ne yalan söyleyeyim Uzay’ın “hoppa” diye tepki vermesi onun gibi mantıklı davranan biri için fazlasıyla beklenmedikti. Serdar’ın son zamanlarda yaşadığı travmayı düşününce belki de yıllar sonra ilk defa ailesini kaybetmiş küçük bir çocuk kadar Mete Başkan’ın şefkatine ve yol göstermesine ihtiyaç duyuyor olabilir. O yüzden Mete Başkan’ın bu dönüşünün zamanlaması mükemmel.
Mete Başkan’ın dönmesine sevinsem de bu dönüşün aldığı terfi dolayısıyla bildiğimiz eski dinamiklere bir dönüş olmamasının hikâye örgüsü açısından ileride senaryoda değişik dinamiklere kapı açacağına inanıyorum. Mete’nin dönüşünün Halit Başkan’ın gitmesi anlamına gelmemesine sevindim çünkü kısa sürede Halit Başkan’a çok ısındım ama en önemlisi kötü adamımız Yıldırım’la geçmişten ve daha derinden bağlantılı olduğu bu karmaşık ilişki ağının iktidar savaşlarını daha heyecanlı hale getirmesini seviyorum. Bu terfiinin biraz da Metin Akusta’nın gerçek sağlık durumundan kaynaklandığını düşünüyorum. Onun terfi almasına çok sevinsem de sürekli karargâhta olmayacağını bilmek üzücü. Umarım MİT’te değişen konumuna rağmen Gürcan’la karşılıklı oynamaya devam eder ve baba-oğul ilişkisine bu sene daha fazla odaklanılır. Ki yıllarca işi yüzünden babası tarafından ihmal edilmiş ve terk edilmiş hisseden Gürcan’ın travması tek kelime söylemeden yeniden ortadan kaybolmasıyla yeniden tetiklendi.
Teşkilat senarist grubunun brifing sahnelerini herkesin anlayabileceği şekilde kısa ve öz tutulmalarını seviyor olsam da tüm karargâh ekibinin bir masa etrafında toplandığı sahneleri izlemeyi daha çok seviyorum. Keşke ekibin masa etrafında toplandıkları bu kolektif sahneler daha çok olsa dediğim anlar oluyor. Çünkü #ZehSer çiftini ne kadar çok sevsem de dizi sadece #ZehSer çiftinden ibaret değil. Ekip arası dinamiklere ve bu ilişkilerinin duygusal boyutlarına ama en çok da artık gerçek bir “aile” olduklarının altının çizildiği sahneleri izlemeyi seviyorum. Bu konuda belki tek olabilirim ancak sahne dönersek eğer Suriye görevinin amacının Kambur’a ve onun sayesinde de Ariel’e ulaşmak olduğunu, sondaj gemisinin patlamasını planlayan kişinin o olduğu çok güzel bir şekilde sıkmadan özetlendi bence. Dört bölümlük chapter Halit Başkan’ın ifade ettiğinden daha iyi bir şekilde özetlenemezdi. Önce Think Tank sonra “Mavi Vatan” gemisindeki patlama ve komisyondan çıkan olumsuz kararın dünya basınıyla paylaşılması…
Tam ne çok şey yaşanmış derken sondaj gemisine yapılan saldırının aslında bir kamuflaj olduğunun ortaya çıkması ve asıl amacın gemide Devlet tarafından yürütülen gizli bir projeye ait çalışmaları çalmak olduğunu öğrenmek beni hem şaşırttı hem de denize atılan belleğin neden bu kadar önemli olduğu anlam kazandı. Tam da bu konuda gaz hidrat yataklarının işlenebilmesi için bir kimyasal üretiliyor olması ve bu üretimde başarılı olmamız durumunda gaz hidrat yataklarından elde edilecek miktarın bu ülkeye 550 yıl boyunca bağımsızlık sağlaması önemli bir olay. Ki gelecekte gerçekleşme ihtimalinin yüksek olması nedeniyle Teşkilat yazar grubunun gerçekliğe bu kadar yakın bir senaryoyla adeta bizi olası bir geleceğe götürdükleri gerçeği de tüyler ürpertici. Şehitleri unutmamaları da cabası.
Normalde bölümden bahsettiğim alanım sınırlı olduğundan tek işi bu şanlı Türk Devleti’nin üstüne kurulmuş olduğu değerleri yok etmek olan Yıldırım cephesinden bahsetmeyi pek sevmiyorum ama bu haftaki bölümde öyle bir sahne ve diyaloğu vardı ki onunla tanıştığımdan beri ilk kez kendisine hak verdim. Üstelik söylediği şeyler Türkiye aleyhine olduğu halde zira söylediği her şey Türk milleti için acı ve gerçekti. İsrail ve Yunanistan temsilcileriyle Akdeniz’deki Türk donanmaları hakkında konuştuğu sahneden söz ediyorum. Onları Türkiye’ye karşı fazlasıyla kışkırttığı sahne.
“Türkiye’den bahsediyoruz. Hiçbir uluslararası hukuk onların yanında yer almaz merak etmeyin. Şu anda elinizde büyük bir koz var. Ve diplomasi denen şey aslında nezaketli bir şantaj müessesi. Elinde kozu olanın kaşı tarafı nazikçe tehdit ettiği bir müessese.”
Acı ama gerçek özellikle yeni kuşağın öve öve bitiremediği Avrupai Hukuk söz konusu Türkiye olduğunda terazinin hep “adaletsiz” tarafından yer almayı seçiyor. Haksız olduğumuzda haksız olmamızı anlıyorum da haklı olduğumuz zaman onlar tarafından nasıl haksız konumuna düşürülüyoruz onu anlayamıyorum. Bir durun ve düşünün. Bugüne kadar bir kere olsun Uluslararası Hukuk’un bize hak verdiği bir kararımız oldu mu? Yoksa hep hatalı taraf biz miyiz?
Kişisel kanaatime göre bölümün asıl aksiyonu ve merak uyandıran kısmı özellikle de #ZehSer çiftiyle ilgili kısmı ilk 50 dakikadan sonra başladı. O ana dek sezon açılışından beri yaşanan olayların özetine ve ülke politikasına uygun olarak gerçekleştirilecek operasyonun hazırlığına şahit olduğumuz bi geçiş sürecini izledik. Sonrasında ise koltukta oturmanın az aksiyon ve hareketin ise daha fazla olduğu bi bölüm izledik. İlk 50 dakikanın bölümün geri kalanına kıyasla daha yavaş olduğundan şikâyet edilebilir ama hem Zehra’nın kurtarılması hem de Mete Başkan’ın dönüşü derken büyük operasyondan önce ucu bağlanması gereken konular açısından gerekli olduğunu düşünüyorum.
Ekibi Suriye operasyonun buluşma noktasında bekleyen sürpriz sayesinde dört gözle izlemeyi beklediğim #ZehSer sahnelerine de kavuşabildim. On yedinci bölümde Zehra ve Serdar çiftinin o kadar çok sahnesi vardı ki on sekizinci bölümde Zehra’nın ekip arkadaşlarından soyutlanması solo performansını izlemek için iyi bir fırsat olsa da tamamı düşünüldüğünde ben de büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Sonrasında gördüğüm fragmanla umutlanıp bu haftaki bölümü dört gözle bekledim. Kabul ikili sahneleri umduğum kadar çok değildi ama elimizde olanlar da azımsanacak gibi değildi. Pınar’ın buluşma noktasında Zehra’nın adını zikretmesiyle içeriye “Zehra mı?” diye öyle bir dalışı vardı ki çocuk gibiydi. Zehra’yı ne kadar özlemişse artık adını duyar duymaz heyecan yaptı; eli kolu da birbirine dolandı.
“Zehra ne oldu sana ya?
Evet, iyi misin? Ne oldu?
Ben iyiyim. Sen nasıl oldun?
Kim yaptı sana bunu?
Ariel denen bir adam.”
Duygu geçişlerinin çok keskin olduğu bir sahneydi. Zehra’nın Serdar’ı görür görmez izlemiş olduğu videodan dolayı istemeden de olsa bir şeylere bulaşmış olabileceğini düşündüğü Serdar’a karşı şüpheci yaklaşmasını anlayabilirim ama bu denli soğuk olması bana ilk sezondaki Zehra’yı anımsattı. Gene de Serdar’ı içinde bırakmış olduğu durumu hatırlayıp nasıl olduğunu sorma nezaketi göstermesi de büyük bi gelişme diyorum. İkidir bunu söylüyorum ama bu ekipte geri döndüğünden beri Serdar’a nasıl olduğu sorusunu soran ve hafıza kaybının ötesinde bir sıkıntı yaşadığı gerçeğinin farkında olan tek kişi, Zehra. Sanırım o da benim gibi Serdar’ın üstüne konuşmak istemediği sıkıntılarını alaycılığının ardına sakladığını anlayacak kadar iyi tanıyor onu. Bu yüzden de söylediği gibi iyi olmadığını düşünüp gerçekte nasıl hissettiğini anlamak için bu soruyu sorup duruyor. Serdar’a bu soruyu soranın sadece Zehra olduğu detayı kadar Zehra’nın ona sorduğu soruyu bile duymayacak kadar aldığı darbelerden dolayı Zehra için telaşlanan Serdar detayı da dikkatimi çekti. Soruya cevap vermek yerine hesap soracağı insanın kimliğiyle daha çok ilgilendi.
Kapıyı kapatır kapatmaz diğer ekip arkadaşlarına göre Zehra’ya daha yakın bir mesafede durması, Zehra’nın onun nasıl olduğu sorusuyla gündemi değişmesine izin vermeden ona bunu kimin yaptığını öğrenmek etmesi ve diğerleri gibi sakin duramayıp cevabı alır almaz burnundan soluması ve sarılma sırası kendine geldiğinde ona sarılmak için fazlasıyla hevesli olması ama en önemlisi de sarılmalarından sonra gülümsemesi aslında Zehra’ya verdiği değerin ve ona duyduğu özlemin en büyük kanıtı. O anda orada diğer ekip üyeleriyle birlikte bir “aile” sıcaklığı anı yaşanıyor olmasıyla Serdar muhtemelen Zehra’ya hasret giderecek kadar uzun bir şekilde sarılırdı diye düşünüyorum. Kızına dönmenin Zehra için ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğinden Yağmur’a ne olacağını ilk onun sorması da cabası. Zehra’nın gidişiyle içinde oluşacak boşluktan ve ona ihtiyacı olduğunu düşündüğünden aslında gitmesini istemedi ama kızının yanına dönmemenin kalbinin kırılmasına neden olacağını düşündüğü için gitmesine ses çıkarmamıştı. O yüzden bu durumun kalıcı mı yoksa geçici mi olacağını sorma yolunun Yağmur üzerinden olmasına şaşırmadım.
Uzun uzadıya Kambur kod adlı teröristi bulmak için harcadıkları zaman ve enerjinin yanı sıra Hakkı’nın kendini tüm tehlikeleri göze alarak muhbirine ulaşmak için gece vakti Suriye sokaklarına atışından bahsedecek değilim. Sadece bu adamın sabrına ve işlerini hiç ses çıkarmadan tereyağından kıl çeker gibi halletme becerisine hayranım o kadar. Hulki’nin olmadığı yerde Pınar’ın onu aratmayan bir performansla elinin devamlı tetikte olmasına da bravo. Uzay’ın onun öngörülemez kişiliğinden korkmakta haklı. Nasıl bi yerde büyüdüğünü merak ediyorum. İçeri giremedikleri, adamı çıkaramadıkları, vuramadıkları ve patlatamadıkları bir denklemde Hulki dayanamaz çıldırır ben belirteyim…
SİHA, İHA ve nice savunma teknolojisini zihninde tasarlayan mühendislerimizden Allah razı olsun. Onlar sayesinde ne güzel ülkemin toprakları içinde ne de sınırlarında eskisi gibi teröristler cirit atamıyor. Paralı askerlerin sınırlarda koşullanması avantajıyla artık bir Mehmetçiğimizin kanını akıtsalar, burnu bile kanasa akşamında bu saldırıya dahil olan her teröristin hakkından geliyorlar. Bu teknolojiler sayesinde doğal yaşam alanları haline gelen mağaralardan burunlarını bile dışarı çıkaramadan hak ettikleri gibi pislik ve sefalet içinde yaşıyorlar. Eskiden bu güzel yurdumun her yerinde patlayan o bombalar artık yok; masumların kanı dökülmüyor en önemlisi de bizden deli gibi korkuyorlar.
Bölümün en sevdiğim ve fragmanlarda gördüğümde heyecanlandığım sahnesi #ZehSer dertleşme sahnesiydi. Bu sahne fragmanların beni umutlandırdığı kadar uzun bir sahne değildi üstelik Pınar yüzünden de yarım kalmış oldu ama söz konusu #ZehSer olduğunda homurdanmak yerine elime geçirebildiğim saniyelerin bile tadını çıkarmadan yanayım. O yüzden de Serdar’ı sofraya çağırma görevine gönüllü olan Zehra’nın ona verilen kimyasal ve yaşatılan travma yüzünden devamlı olarak işkence gördüğü anı anımsayan Serdar tarafından istemsizce verilen bir tepkiyle kolunun kavranarak bükülmesi sonrasında bileğinin çok ağrıdığını düşününce pek hoş bir hareket değildi. Ama bu sırada neredeyse dudak dudağa gelmiş olmalarını izlemek gerçekten çok zevkliydi. Zehra’nın Serdar’la ilgili video konusunu diğerlerine açmadan onun nasıl olduğunu öğrenmek istediği için göreve gönüllü olması güzel bir detaydı.
“Oluyor bana öyle arada. Özür dilerim gerçekten. Kopup gidiyorum ben öyle şey gibi…ipi kopuk uçurtma gibi.
Ben de aslında seni en iyi anlayacak halimdeyim. Benim de kafam çok karışık.”
Serdar’ın şu an yaşadıkları ona yapılanın ötesinde TSSB’nun etkileri. Ani göz önüne gelen anı patlamaları, devamlı tetikte olma durumu, olaylara gereğinden fazla tepki vermesi ve eminim ki geceleri uyuma konusunda da sıkıntılar yaşıyordur. Kolunu kavradığı insanla göz göze olduğu halde onun Zehra olduğunu idrak etme konusunda zorlandı. Transtan çıkıp içinde bulunduğu durumu fark ettiğinde yaşadığı ilk sıkıntı da oryantasyon sorunu oldu. İlk nerede olduğunu anlayamadı. Ki bu onu operasyonlara dahil etmeyi aslında çok tehlikeli kılan bi neden. Sonra da Zehra’ya verdiği tepkiden dolayı utanıp defalarca özür dileme moduna geçti ki canını yaktığı için kendine kızdığı çok belliydi. Zehra’nın canını o şekilde yaktığı için aynada gerçek yansımasını ilk kez gören bir insan kadar panik oldu.
Nasıl ki Zehra ekipte ona nasıl olduğunu soran tek insan Serdar da gerçekte nasıl hissettiğini üstünü örtmeden ya da süslü cümlelerle güzellemeden en doğal haliyle Zehra’ya ifade eden tek kişi. O anda aklından ne geçiyorsa onu olduğu gibi Zehra’ya anlatması detayı hem dikkatimi çekiyor hem de çok hoşuma gidiyor. Diğer ekip arkadaşlarına durumunu olduğundan önemsiz göstererek ya da durumun ciddiyetinin esprili bir dille üstünü örterek kapatmaya çalışırken Zehra’nın yanında yaşadığı hafıza kaybının ona kendini nasıl hissettirdiğini açıkça anlatabiliyor. Üstelik Zehra da maruz kaldığı işkencenin neden olduğu terör ve duygu yoğunluğu nedeniyle Serdar’ı en iyi anlayabileceği ruh halinde. O yüzden Serdar’ın “ipi kopuk uçurtma” gibi rüzgâr nereden eserse oraya savrulma hissini anlayabilir. Her ikisinin de yaşadıkları terörden sonra hissettiklerini birileriyle konuşmaya ihtiyaçları var zira travmalar üzerine konuşulmadığında ve aksine baskılanmaya çalışıldığında bunları yaşan üzerinde gerçek sıkıntılara neden oluyor.
Bu yüzden de bir süre hiç konuşmadan bakıştıktan sonra Serdar’ın elinden tutup onu oturtması ve konuşmaya ilk başlayan tarafın Zehra olması gerçekten çok anlamlıydı. İzlediği videonun onda yarattığı kafa karışıklığına rağmen hem Serdar’ın hem de kendinin en çok ihtiyaç duyduğu şeye yani konuşmaya önce onun başlaması çok kıymetliydi. Zehra “kafam karışık” deyip bir de hızlı nefes alıp veren Serdar’ın elinden tutunca değil oturtmayı; o dakika istese Serdar’ı dünyanın öteki ucuna gitmeye bile ikna edebilirdi. Serdar şu anda onu düştüğü bu belirsizlikten kurtaracak her yol gösterici gücü takip edebilecek durumda ki bu süreçte en çok dikkatini çeken güç de Zehra.
“Bana anlatmak istediğin bir şey var mı, Serdar? Hiç iyi görünmüyorsun.
Aslında sana anlatmak istediğim çok şey var ama sorun şu her şey kopuk kopuk. Ve işin doğrusu kendimi çok kötü hissediyorum.
Ben buradayım.
Evet, beni rahatlatan tek şey bu. Çok garip değil mi? En çok fikir ayrılığını seninle yaşıyorum ama bir yandan da yanımdan olman iyi geliyor.”
On dokuzuncu bölümün en sevdiğim sahnesi buydu. Zehra’nın Serdar’a nasıl hissettiğini sorarak kendini açıklama şansı tanıdığı ve Serdar’ın da bu şansı kullanarak hislerini hiç filtrelemeden anlattığı bu sahne. Çünkü en sağlam ilişkilerin temelinde iki insanın her şeyden önce birbirlerinin dostu ve sırdaşı olmayı bilmeleri yatmaktadır. O yüzden Zehra’nın “ben buradayım” diyerek Serdar’a kendini çok güvende hissettirmesi ve yaşadığı huzursuzluğa karşı onu teskin etmeye çalışması güzel bir detaydı. Bence Zehra ihtiyacı olduğunda daima yanında olacağını bundan daha iyi bir şekilde anlatamazdı. İlk bakışta sıradan iki kelimeymiş gibi görünüyor ama altında çok yüklü anlamlar taşıyor.
Serdar’ın ise bunun üstüne cevap olarak “yanımda olman iyi geliyor” karşılığını vermesi benim gözümde Zehra’ya seni seviyorum demesiyle eşdeğerdi aslında. Zira bir insanın varlığının başka bir insana iyi gelmesini aşktan daha iyi anlatabilecek başka hiçbir duygu yok bu dünyada. Yan yana geldiğinizde kavga ediyor olsanız bile onun yanında olduğunu bilmek kısa bir süreliğine de olsa tüm korkularının dağılmasını ve bir nebze huzur bulmanı sağlıyorsa o aşktır. Ruh eşi dediğimiz kavram aslında kendi ruhumuzdaki eksiklikleri tam kılan insandır. Başka bir deyişle yarımı bütün kılandır. Bu yüzden Serdar garipsemiş olabilir ama ben ekipte en çok fikir ayrılığı yaşadığı insana âşık olma durumunu hiç garipsemedim aksine bana mantıklı geldi. Zira aşk denen şey sanılanın aksine kolay değildir. İnsanı sınırlarının ve kalıplarının dışına çıkmaya zorlar. En iyi versiyonu olabilmesi için devamlı testlere tabi tutar. Ki Zehra da onun için bu anlama geliyor. Onu en iyi versiyonu olmaya fikirleriyle zorlayan kadın. Bütün bu konuşma boyunca birbirlerinin gözünün içine bakarak konuşmaları da aslında cümlelerini göründüğünden daha samimi kılıyordu.
Teşkilat senarist grubunun FHVK ve özellikle de #YağHaz hayranı olduklarından şüpheleniyorum diyorum ya pek haksız da sayılmam aslında öyle yan yana oturup konuşurlarken Serdar’ın gözlerini hiç ayırmadan onu izlediği ve Zehra’nın da bileğini tuttuğu sahne FHVK dizisinden iki sahneyi hatırlattı ki ilki Yağız’ın gideceğini öğrendiği zaman Hazan’ın ona sarılmamak için istemsizce ona kavuşmaya çalışan ellerini tutup kendine hakim olmaya çalıştığı gibi bileğini ağrıdığı için kavrasa da Zehra’nın elleri de Serdar’a gitmeye çalışıyordu. İkincisi de Hazan’ın annesi gerçeği söylemesin diye ellini kestiği sahne. O zaman nasıl ki Yağız Hazan için endişelenip bütün dünyayı unutup sadece Hazan’a odaklanmış ve pansuman için bile elini bırakamamıştı. Şimdi de Serdar yutkunarak seyrettiği kadının onun yüzünden canının yandığını anlayarak Zehra için endişelenip onu teselli etmeye çalışıyor. Bileğini narince kavrayıp parmaklarıyla hafifçe masaj yaparken özür dilemesi ve acıyor mu diye sorması çok romantikti. Tüm dikkatini incittiği bileğe ve karşısındaki kadının iyiliğine veren Serdar çok tatlıydı da keşke sahne Pınar tarafından bölünmeseydi…
MİT mensupları içinde oldukları Teşkilatın bünyesinde her şeyden önce düşman kuvvetlerin ya da devletlerin eline düştükleri taktirde diplomatik bi krizin çıkmasını önlemek için varlıklarının kendi devletleri tarafından tanınmayacağı ve bir İstihbaratçı’nın başına gelebilecek en kötü şeyin canlı yakalanmak olduğunu öğrenirler. Ama bu mensuplarını düşmanın elinde kaderlerine terk ettikleri anlamına gelmez. Özellikle de söz konusu şahıslar bir devlet değil; aksine terörist bi yapılanmaysa hiçbir Vatan evladını onların merhametine bırakmaz. Onu geri almak için gerekirse kanının son damlasına kadar savaşır ama taleplerine katiyen boyun eğmez. İsimsiz kahramanlar ekibinin sadece Kambur’u almak için değil; tutsak olan MİT mensubu arkadaşlarını da burnu bile kanamadan sapasağlam kurtarabilmek için yaptıkları plan da tam olarak bu motivasyonundan dolayı izlemesi son derece heyecanlı ve de keyifliydi…
Teşkilat senarist gurubunun Dış İşleri Bakanlığı’na gelerek Türk donamalarının Akdeniz’den çekilmesi gerektiğini söyleme ve ellerine geçen kozu kullanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit etme hadsizliğini yapan iki devlet olarak neden Yunanistan ve İsrail’i seçtiklerini söylerdim ama burada siyaset yaparak Aslı’yı zorda bırakmak istemiyorum. Ama ülkemizin son zamanlardaki mevcut dış politikalarını az da olsa takip eden herkes en çok onların kuyruğuna bastığımızı ve bu yüzden bizden en çok nefret edenlerin onlar olduğunu bilirler. Ki Türk düşmanlığı denen şey bize yeni değil. Zira bu düşmanlığı besleyen şey onların korkuları. Bizi istemedikleri ve bizden korktukları için uzaydan bile görülebilecek bir setin çekildiği şanlı tarihimizi unutmayalım. Türklerin işi zor çünkü tüm dünya Türklere düşman ama onların bilmediği şeyse asıl onların işi zor. Çünkü onlar Türklere düşman. Bu savaşın kazanını belli. Bu yüzden de Mete Başkan’ın bu adamlara haddini bildirmesini uzun uzun anlatacak değilim. Sadece buraya kadar anlatmaya çalıştığım Türk cesaretini ve kudretini en iyi şekilde özetleyen diyaloglarını alıntılayacağım.
“Kendi denizimizde kendi savaş gemimizin olması sizi neden bu kadar tedirgin ediyor?
Bölgenin sınırları hala itilaflı.
Bizce değil. Sizce öyleyse bu sizin sorununuz.
(…) Böyle yaparsanız anlaşamayız.
Hayır, siz savaş gemilerinizi çekerseniz hiçbir sorun kalmaz. İsterseniz çekmeyin, siz bilirsiniz. Biliyorsunuz donanmamız ikinizin donanmasının toplamının iki katı.
Savaşa girerseniz sadece bizimle değil; birçok ülkeyle girersiniz. Size tavsiyemiz bir an önce bölgeden gemilerinizi çekmeniz.
Kavgada yumruk sayılmaz diye bir söz vardır bizde. Savaşta da düşman saymayız. Bizimle savaşmayı göze alan birilerini görmek beni şahsen çok mutlu eder.
Bakın biz Kıbrıs olsun, Filistin meselesi olsun her zaman barışçı bir siyaset yürüttük. Barış isteriz. Barışı severiz de ama savaşmayı da biliriz. Özellikle Yunan dostum bunu iyi bilir.
Biz son sözümüzü masada söylemeyiz; sahada söyleriz.”
Çetin meselesine gelince önceki haftalarda kendisine Köroğlu diyen bir adam nasıl teröristlerle iş birliği yapar diye düşünürken bu hafta emin oldum ki kendisi kimsesiz olmanın bütün dezavantajlarından dolayı suç dünyasına adım atmış ama Vatan’ı satacak kadar da hain olmamış. Yıldırım’ın ona yaptırdığı işlerin bu ülkenin aleyhine olduğunun farkında değil ki David’i ellerinden kaçırdığı hafta onlara bu oyunu oynayanın kim olduğunu sorup Yıldırım’dan bir cevap alamamasından o kadarını anlamıştım. Tövbekar’ın yanlış yollara sapmaması için Barış’ı uyardığı her şeyin aslında Çetin için geçerli olması ne kadar garip. Yıldırım ona bir hedefi işaret ediyor ve bunun Vatan için olduğunu söylüyor; Çetin de tüm bunlara inanıp teröristler için Vatan’ın aleyhine işler yapıyor. Kandırıldığını anladığı zaman acaba nasıl bir tepki verecek? Ve bu tepkisinin Yıldırım’a nasıl bir fatura çıkaracağı merak ettiğim hususlardan biri.
Hakkı’nın oğlu tam bir baş belası. Kumar borcu bitti şimdi de teröristlerle iş tutar oldu. Halbuki Tövbekâr onu uyardı “sen şehit oğlusun yapma, bu adamlara tekin değil” diye ama o burnunun dikine gitmeye karar verdi. Bu da yetmedi kaşla göz arasında Roza’yı süzdü. Bu çocuk herhalde ölmeye can atıyor. Yakında Barış-Roza ikilisini de görürüz…
Adının ne olduğunu öğrenemedik ama gördüğü işkenceye rağmen ondan istenileni yapmasını geçtim karşısındaki teröristlere son ana kadar meydan okumasıyla benim büyük taktirimi kazandı. Türklere yaraşır cinsten bir cesaretle teröristlerin bütün tehditlerine kafa tutan bu adam tutulduğu yerin konumu teröristler tarafından çekilen videosunda mors alfabesi kullanarak Teşkilat’a ulaştıracak kadar da zeki bi adam. Artık ne dağdakilerin bu kadar sık ölmesine ne de MİT’in parmakla gösterilen bi Teşkilat olmasına şaşırıyorum. Çünkü mensuplarımızı çok çok iyi yetiştiriyoruz. Mesela hadi o konumu gönderdi ya Uzay bunu anlamasaydı? O zaman her şey boşa gidebilirdi ama zekasına âşık olduğum Uzay ondan beklendiği gibi koordinatları hemen çözmeyi başardı. Bizde böyle zeki insanlar Teşkilat’ta da böylesine iyi bir eğitim oldukça doğru düzgün bir eğitimi bile olmayan dağ kurnazlarını daha çok hezimete uğratırız.
Samanlıkta bir iğne bulunacaksa onu daima Uzay’ın bulacağından hiç şüphem yok da Kambur olarak öne çıkarılan bir adam da bu kadar aptal olmamalı. Önce konumunu belli etti sonra da o videoda yer alarak orada olduğunu. Bu adamlara sözde dostlarımız yardım etmese bunlardan bir halt olmaz. Bizi savaşla korkutacaklarını ya da tehditlerle boyun eğdirebileceklerini sanıyorlarsa ya bizi hafife alıyorlar ya da daha önce bir Türk Vatandaşıyla tanışmamışlar.
Burada Kambur’u ele geçirmek için yaptıkları operasyonun keşif hazırlıklarını ve adım adım operasyonu anlatacak değilim ama özellikle değinmek istediğim birkaç nokta var. Bunların ilki Kambur’a ve ele geçirilen Teşkilat mensubu arkadaşa ulaşabilmek için üsse girme sorununu nasıl aştıklarıyla ilgili. Arkasında kasası olan bir kamyonla çevirme noktasına gittiklerini ilk gördüğümde herhalde senaristler bu kadar kolay bir içeri girme sahnesi yazarak izleyicisiyle dalga geçmiyorlardır diye düşündüm. Sonuçta teröristler tarafından yönetilen bi bölgede elini kolunu sallaya sallaya dolaşmak bu kadar da kolay olmamalıydı. Ki ne yapmaya çalıştıklarını anca kontrol noktasındaki bütün teröristleri yok ettiklerinde anladım. Sahne bana Spartacus dizisinden bir anı anımsattı. Spartacus ve isyancıları etraflarına hendek kazılması suretiyle soğuk havada mahsur kaldıklarında hendeği aşabilmek için ölülerini kullanmak zorunda kalmışlardı. Karargâh ekibi de engeli aşmak için onların ölülerini kullandılar. Ki bu sahne aynı zamanda da geçen sezon Serdar hastanede yatan Fadi’ye ulaşmak için kullandığı yönteminin aynısıydı. Ceset torbasına doyamadı…
Onları öldürmeden hemen önce arabanın kasasında ne olduğunu soran teröristlere kasada ayı olduğunu söyleyen Serdar detayı beni çok güldürdü. Hele de kasanın arkasından Hulki çıkınca ve sen bana ayı mı demek istedin diye sorunca sahneyi ciddi bir yüz ifadesiyle izleyemedim. Teşkilat senaryo grubu tezat karakterleri bir araya getirip ikili dinamikler oluşturma konusunda çok başarılılar. Örneğin aşırı ciddi Uzayla ciddiyetten çok uzak Gürcan’ın dostluk ilişkisini ve aşırı sabırlı Hakkı’yla eli tetikte sabırsız Pınar’ın dinamiklerini izlemeyi seviyorum. Bu tezat dinamiğinin bir diğer ayağı da kaslarını kullanma konusunda ısrarcı Hulki ile aklını kullanmada ısrarcı Serdar ikilisi. Senaristler bu ikiliyi yan yana getirdiklerinde karakterleri arasındaki tezat izlemesi keyifli komik sahnelere neden oluyor.
Hulki ve onun beklemedik duygu patlamalarıyla SİHA patlamalarına olan aşkı. Siyasette hiç umurunda olmaz, gir denilen yere ne yapar eder girip işini yapmaya bakar sadece. Sessiz çalışmayı bilmeyen ve tokatla adam öldüren Hulki, tamam kafası rahat bir adamsın da ceset torbasının içi karanlık diye görev sırasında uyuklamak nedir ya?
“Kambur ancak siz de olur. Biz bırak düşman önünde kambur durmayı başımızı bile eğmeyiz.”
Yalnız kabul ediyorum ceset torbasında terörist üssüne girmek gerçek çok iyi bir fikirdi. Hem sessiz sedasız içeriye girmiş oldular hem de kendilerini teröristlere taşıtmış oldular. Gerçi Hulki görev sırasında uyku moduna geçmeseydi ellerini daha çabuk tutup MİT mensubu arkadaşlarını infaza gitmeden önce hücredeyken çıkarma imkânı bulurlardı. Ama o zaman da gece görüş gözlüklerini takıp şöyle adam akıllı bir operasyon yapamazlardı. İşin ucunda ne kadar tehlike varsa ekran başında izleyenler için de o kadar heyecan oluyormuş gibi görünüyor. MİT mensubu Umut da onlar gelene kadar iyi idare etti diye düşünüyorum. En azından bu benim kendi kanaatim. Türklerden hem bu kadar korkup hem de bu kadar düşmanlık beslemeleri nasıl bir çelişki inanın bana teröristlerin söyledikleriyle hissettikleri arasındaki bu yaman çelişkiyi aklım almıyor. Operasyonun bu aşamasında Serdar’ın ne kadar yakışıklı göründüğü de gözümden kaçmadı. El insaf be Serdar. Operasyona mı gidiyorsun yoksa restorana mı gidiyorsun bir karar ver.
Tabi operasyonun tüm başarısını Hulki ve Serdar’a yüklemek de çok doğru olmaz. Teknik olarak terörist inine girip hem Kambur’u alan hem de MİT mensubu Umut’u kurtarma görevini üstlenen onlardı ama Hakkı Dayı’nın inandırıcı blöfü olmasaydı terörist üsse Serdar ve Hulki’yi ceset torbasında sokmaz ve elektrikleri kesmezdi. O zaman Serdar ve Hulki büyük bir çatışmanın içine düşerlerdi hatta bu süreçte kurtarmaya çalıştıkları Umut bile ölümcül bi şekilde yaralanabilirdi. Bu yüzden Hakkı’nın blöfündeki inandırıcılığını taktir etmekte fayda var. Oturduğum yerden izlerken ben bile bir anlığına adamı patlatacağına inandım ki Türkler asla intihar bombası bağlayarak bir teröristi patlatmaya çalışmazlar. Türklerin nasıl onurlu bir millet olduğunu bilseydi bu blöfe inanıp onlara asla yardım etmezdi. Ki Hakkı Dayı’nın bu yaptığıyla adamın içine Allah korkusu yerleştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum.
“Türklerle savaşırken arkana bakma biz karşına çıkarız.”
Serdar operasyon sırasında tam formundaydı ama onun gibi “flashback anları” yaşayan birini tek başına Kambur’u almaya göndermeleri yanlış bir hamleydi bence. Tamam bu sefer Kambur’u hiç zahmete girmeden almayı başardı. Ama bir dahaki sefere o kadar da şanslı olmayabilir. O yüzden senaristlerin bu noktada dikkatli olmaları gerekiyor.
İlk yarısı Mete Başkan’ın Teşkilat sahnesine dönüşüyle biraz yavaş ilerlese de operasyon için Suriye’de Zehra’yla buluştukları noktadan sonra bölümün daha iyi bir tempoda ilerlediğini söyleyebilirim. Operasyon da hem Umut’u kurtarmaları hem de Kambur’dan Ariel’e ulaşmalarını sağlayacak telefon numarasını almaları açısından başarılıydı ki operasyonun planlaması, planın ilerleyiş biçimi ve operasyonda kullanılan silahlardan tut gece gözlüklerine kadar kullanılan tüm teknolojilerle izleme keyfi yüksek bir operasyondu. Beni rahatsız eden tek şey çıkışın planlanmaması ve Serdar gibi deneyimli bir MİT ajanının Kambur’u bir acemi gibi elinden nasıl kaçırdığıydı ama belli ki bunu Pınar Kargu’yu kullanabilsin diye yazmışlar deyip bu sefere mahsus görmezden geliyorum. Ki Kambur’u havadan takip eden küçük dronlar bana Teşkilat’ın ilk bölümünde dronu görünce teslim olan teröristi anımsattı. Paralel sahne!
Naçizane tek eleştirim senarist grubunun Kargu’yu sahada kullanma konusunda daha yaratıcı olabilecekleri. Yalnız Kargu’yu iş üstünde görünce nasıl bir mühendislik harikası olduğunu daha net anlamış oldum. Kambur’un kaçmak için hiç şansı olmadı. Üstüne de bölüm sonu kapanışının Karargâh ekibinin güneşte yansıyan gölgelerinin estetize edilmiş görüntüsüyle kapatmanın yanı sıra İsrail ve Yunanistan’ın savaş gemilerinin çekildiği haberini televizyonda izleyince Yıldırım’ın yüzünün aldığı hali büyük bir keyifle izledim diyerek yorumumu burada tamamlıyorum. Sondaj gemisine yapılan hain saldırının arkasındaki isimlerden biri olan Kambur da öldüğüne göre darısı Ariel’in başına.
Haftaya senaristlerin izniyle Ariel de ölür diye umut ediyor ve #ZehSer sahneleri görmek için sabırsızlanıyorum…
Haftaya Görüşmek Üzere… Hoşça Kalın…
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 82. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.