Teşkilat 39. bölüm reytinglerinde sıralamadaki yerini korudu. Bu bölüm Total’de 7,42 reyting ile ve AB’de 7,99 reyting ile 2. ve ABC1’de 8,05 reyting ile yine 3. oldu. Bölümün değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Teşkilat’ın 38. bölümünün açılış sahnesi sıklıkla görmeye alışkın olduğumuz gibi bir önceki bölümün kaldığı yerden değil; aksine Mete Başkan’ın şahadetinin habercisi olan bir rüyayla başladı. Dürüst olmam gerekirse bölümün açılış sahnesinin alışkın olduğumuz gibi geçen haftaki bölümün kaldığı yerden ya da gizli görevdeyken kime ait olduğunu bilmediği bir kamyonetin kasasında meçhule doğru giden Hakkı’yı kurtarma operasyonuyla başlayacağını sanırken rüya anıyla açılışı yapmak beni çok derinden etkiledi. Hafta içi yayınlanan fragmanlarda Mete Başkan’a dair görmüş olduğum karelerden sonra bu sahneyle başlanmasını bölümün ruhuna uygun görmüş olsam da içerik olarak sarsıcı bir başlangıç yaptığını da düşünmeden edemedim. Mete Başkan’ın daha ilk andan vurulması benim için fazla sertti.
Senaryo ekibinin niyeti son zamanlarda diziden kopan Teşkilat seyircisini tekrar diziye çekmektiyse bunu layığıyla yerine getirdiklerini söylemeliyim. Bölümü izlerken kendimi daha ilk sahneden sinema filmi izliyormuş gibi hissettim. Bu yüzden de çok uzun bir zamandır sinemaya gidememiş bir izleyici olarak -kalben hissi vuku- olduğunu anladığım çok ince motifler taşıyan bu sahnenin bölümün geri kalanında nasıl bir rol oynayacağını merak eden gözlerle bütün parçaları hikâye doğrultusunda birleştirmeye ve anlamlandırmaya çalışarak 38. bölümünü seyretmeye koyuldum…
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.”
18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitlerini Anma gününün ruhuna yaraşır bir şekilde gökte dalgalanan Türk bayrağını, gösterilen şehit mezarlığını ve M. Akif Ersoy’un Türkiye’ye hediyesi olan İstiklal Marşı’ndan dizelerle yapılan açılışı duygulandığım için gözlerimden yaşlar akarak izlerken Mete Başkan’ın Yıldırım tarafından vurulduğunu ve o mezar taşlarından birinin üstünde onun adının yazdığını görünce dehşete kapıldım. Bu nasıl bir açılıştır ki tüylerim ürperdi, Ya Rabbi diye düşünürken #Söz dizisinin 18 Mart Çanakkale Zaferi özel bölümünü hatırlayıp bu bölümün sonunda çok sevdiğim bir karakterle vedalaşarak senaristler tarafından yıllar sonra bile unutulmayacak bir acıyla sınanmaya kendimi hazırladım. Bu sahnenin Söz’de Hafız’ın rüyasında şehit olacağını gördüğü bölümün bir paraleli olduğunu bilmeme rağmen bölümü son ana kadar bir ters köşe olmasını umut ederek seyrettim ama beni neyin beklediğinin de hep bilincindeydim. Vatanseverlerin şehit olacakları içlerine doğarmış ya Mete Başkan sayesinde bunu gözümle de görmüş oldum. Ölümünden sonrası için ekibe hitaben yazdığı mektup detayı beni duygusal anlamda mahvetti…
Haftalardır izleyicilerin duygusal anların geçiştirildiği ve Karargâh mensuplarının robot gibi davrandıkları yönündeki eleştirilerinin hedefi olan senaristlerimiz “bunu siz istediniz, alın size duygusallık” dercesine daha açılış sahnesiyle içimizi parçalamaya yemin ettikleri bu bölüm özellikle sonlara doğru benim gibi bir duygusuzu bile mahvetti. Sadece Mete Başkan’ın şahadetinin yaklaştığını hissedip yaptığı fedakarlıklarla ve oğluyla son kez konuşarak helallik alma çabasıyla değil; Vatan uğruna seve seve kanını döken şehitlerini anımsatmasıyla da yaptı. Onlar baba ocaklarının olduğu kadar uğruna kanlarını dökmekten çekinmedikleri bu Vatan topraklarında yaşayan herkesin de evladıydılar. Biz hür yaşamaya devam edebilelim diye en büyük fedakarlığı yapan şehitlerimizden öteki tarafta “helallik” istemek zorunda olduğumuzun bilincinde olan biri olarak bu sahneleri senaristlerimizin Milliyetçiliğine hayran olarak izledim.
Yıldırım’dan mecbur kalmadıkça bahsetmek istemiyorum ama kendi ürettikleri “kimyasal silahı” kullanarak Türkleri itibarsızlaştırma ve yalnızlaştırma planının başarısızlıkla sonuçlanmasından ötürü Şirket’e hesap vermek zorunda kalan Yıldırım’la birlikte eski toplantı mekanına dönmemize sevindim. Açıkçası bu sezon kendilerini geçen sezonki kadar göremesek de yüzünü göremediğimiz gölgenin dönüşü iyiye işaretti. Mekânın statiğinin “sinema düzeyinde” olduğunu düşündüm. Kılıçla Yıldırım’ın kafasını kesmeye çalıştıkları anla Fadi’nin geçen sezonki sahnesi arasında paralellik kurdum ve hoşuma gitti. İki sezon arasında kurdukları paralelliklerle senaristler iyi bir alkışı hak ediyorlar.
Eskisi gibi baş başa kaldıkları sahneleri izlemeyi özlemiş ve #ZehSer sahnelerine gereken vakti ayırmadıkları için senaristlere kızsam da yabancı basının Türkiye aleyhine yaptıkları kumpasla kendi kendilerini nasıl rezil ettiklerini konuşan #ZehSer’in birbirlerine olan bakışlarını görünce gülümsemeden edemedim. Zehra ilişki yaşama ihtimalinin önüne taş koymuş olsa da birbirlerine her baktıklarında kelimelerin anlatabileceğinin ötesinde bir dille anlaşıyorlar. Birbirlerine bakarak konuşmadıkları aşklarını onaylıyor gibiler. Özellikle de biri bakmadığı zamanlar ötekinin sevdiği insanın yüzünü hayranlıkla izleme huyu beni mahvediyor. Bu bölümde buna iki yerde rastladım. İlki Hakkı’yı bulmak için operasyona gitmeden önce konuşurken Serdar’ın ona hayranlıkla bakmasıydı. İkinci de Zehra’nın hastanedeki çatışma ortamında gelebilecek saldırılara karşı hazırlık yaparken Zehra’nın hayranlıkla ona bakmasıydı. O yüzden bu anı 30 saniyelik diye küçümsemeyin. Birçok dizi çiftinin aksine #ZehSer çiftimiz bakışlarıyla çok şey anlatıyorlar.
“Yeni bir gelişme mi var, Başkan’ım?
Evet Serdar, var. Hakkı’yla iletişimimiz aniden kesildi, arkadaşlar. Son attığı mesajda bize acil bir kod göndermiş”
Kendi ürettikleri kimyasalı kullanarak Türkiye’yi dünyanın gözünde itibarsızlaştırma planlarını Türkiye’ye aitmiş gibi görünen ama İsrail tarafından bakım bahanesiyle alındıktan sonra bir daha geri iade edilmeyen SİHA’nın kontrolünü ele geçirerek bertaraf eden ve bu sayede masum birçok köylünün de hayatını kurtaran ekibimiz karargâha dönmeyi planlarken Hakkı’nın gizli görevdeyken kaybolduğu haberiyle yeni bir operasyona başladılar. Gönderdiği acil durum kodunun açığa çıkma ihtimaliyle ilişkili olabileceğinden şüphelenen kahramanlarımız Uzay’dan aldıkları istihbaratla örgütün elinde olduğuna inandıkları Hakkı’nın peşine düştüler. İşe onun tespit edilen son konumuna gidip bakmakla başlamaları stratejik anlamda çok akıllıcaydı. Böylece ekip kan lekeleri ve tekerlek izleri gibi peşine düşebilecekleri somut kanıtlar bulmuş oldular ki bu canlarının tehlikeye gireceği aksiyonlu bir macerasının sadece başlangıcıydı.
Hakkı’nın geçen haftaki mevcut sağlık durumunu düşününce örgütün eline geçmiş olma ihtimalinden çok korktum. Hakkı’yı bulma operasyonuna Yıldırım’ın da yakinen müdahil olması bana ister istemez motivasyonunun çok daha korkunç bir şeye olduğunu düşündürttü ama korktuğumun böyle başıma geleceğini de tahmin etmemiştim. Örgütün eline geçmek yerine bilinci kapalı da olsa bir sivilin evinde yattığını görünce bu iş kolay olacak diyerek sevinmiştim. Bunun yaklaşmakta olan bir felaketin habercisi olduğunu öngöremedim. Halbuki söz konusu bizim ekip olduğunda işlerinin yolunda gitmemesine ve hep en kötü ihtimallerle karşılaşıyor olmalarına şimdiye dek alışmış olmalıydım…
Bu bölümde en fazla dikkatini çeken şey ne oldu diye biri bana soracak olsa Mete Başkan’ın vurulmasıyla #ZehSer romantizminden sonra en çok dikkatimi çeken detayın tekrar edip duran “bir fikrim var” cümlesi olduğunu söylerdim. Hakkı’yı teröristlerin elinden kurtarma operasyonu esnasında sırasıyla hem Pınar’ın hem Uzay’ın hem de Serdar’ın akıllarına sahada uygulamak üzere gelen fikirleri beyan etmeleri bölümün bende iz bırakan ayrıntılarından biri oldu. Bütün planların tek 1 kişi tarafından yapılmadığını görmek içimi rahatlattı. Aynı eğitimi almış ve MİT’in teçhizatından geçmiş ajanlara da bu yakışırdı. Uzay’ın var olan sorunları analiz edip bunlara etkili çözümler bulmak konusundaki ileri görüşlü zekasını hepimiz biliyor ve takdir ediyoruz ama sahada plan yapma konusunda hepsinin aktif olduğunu görmek gurur verici bir durumdu. Bu sayede hem bir tekrara düşülmekte kurtulmuş oldular hem de ekipteki herkesin zeki olduğu gözler önüne serilmiş oldu. Bu planlar içinde ilk söz etmek istediğim Hakkı’nın telsizinden sinyal geldiği tespit edilen konumu silahlı bir çatışmaya girmeden kolaçan edebilmenin çok iyi bir yolunu bulan Pınar’ın planıdır.
Uzun uzun Pınar’ın ona kapıyı açan yaşlı amcayı aç olduğuna inandırarak içeriye dalmasından söz edecek değilim. Fakat aç ve evsiz bir insanı oynarken ki inandırıcı performansından söz etmek istiyorum. Minyon tipli olmasından ötürü kimsenin onu tehditkâr olarak görmemesi çoğu zaman Pınar’ın işine geliyor. İçindeki savaşı kadını bastırarak rol kestiği anlarda sempatik yakın hallere bürünüyor ve rolünü öyle güzel oynuyor ki ben de amcanın yerinde olsam ya amca gibi bir parça yiyecek verirdim ya da onu içeriye davet eder kalacak bir yer bulabilmesine yardım ederdim. Gözlerini dikip bakmaya başladığında sempatikliği insanı ele geçiriyor; hipnoz ediyor. O yüzden amcanın bu kadar hızlı ikna olmasına şaşırmadım ama örgütten önce gelip onu tutulduğu yerde bulamamaları büyük ters köşe oldu.
Sahneyle ilgili söylemek istediğim son şey Pınar’ın evin içini gezmeye çalıştığında amcaya yakalanmasıyla ilgiliydi. Amca “Nereye?” sorusunu Pınar’a yönelttikten sonra arabada onun dönmesini bekleyen ekip arkadaşlarının ondan haber alamadıkları için endişelendiklerini izledik. Ki dürüst olmak gerekirse ben bile Hakkı’yı bulma operasyonunun Pınar’ı kurtarma operasyonuna dönüşeceğini düşündüm ki asıl mevzu benim ne düşündüğüm değil; onların mevcut bilinmezliğe nasıl tepki verdikleriydi. Pınar’a bir zarar gelmiş olabileceği korkusuyla içeride onları neyin ve kimlerin beklediğini düşünmeden ona yardım etmek için operasyon düzenlemelerini sevdim. Onların sadece bir ekip değil; aynı zamanda birbirlerine sımsıkı bağlı bir aile olduklarını hatırlatan bu sahnede arkadaşlarının onun için içgüdüsel bir operasyon düzenlediklerini izledik. Motivasyonları da aile bağları kadar kuvvetliydi. Pınar içeride gerçekten rehin alınmış olsaydı bizimkiler ne yapar eder onu kurtarmanın bir yolunu bulurlardı diye düşünüp gururlandım. Birbirleri için ölümü göze almaktan tereddüt etmemelerini ve birbirleri için endişelenmelerini seyretmeyi yürekten seviyorum.
MİT mensubu olduğu anlaşılmadan önce aldığı kurşun yarasından ötürü örgütün yönettiği bir hastanede ameliyata alınan Hakkı’nın tutulduğu yeri bulabilmek için bu defa ortaya fikir atan kişi Serdar oldu. Onun operasyonunda tüm rolleri önceden mi tayin edildi yoksa herkes kendi paylarına düşen görevlere kendileri mi gönüllü oldular bilmiyorum ama söz konusu sevdiği adamın hayatı olduğunda keskin nişancılık görevini üstlenen Zehra’nın her zamankinden daha savaşçı olduğu kesindi. Hakkı’nın yanı sıra Serdar’ın arkasını kollayabilmek için bin kaplan gücünde harekete geçen Zehra bu sahnede tam bir Amazondu. Zehra’nın operasyonun esnasında bad-ass bir karaktere dönüşmesini izlemek daima zevkliydi ancak senaristlerin son zamanlarda keskin nişancıları kadınlar arasından seçtikleri görmek izlemesi keyifli bir kareyi olduğundan daha da güzel bir hale getirdi. Zehra’nın ateş ettiği sahneyi açıp tekrar tekrar seyrettim. O anda aklıma paralel sahne olarak Serdar’la Ariel’i almaya İsrail’e gittikleri sahnesi geldi; gülümsedim…
“Hulki, birkaçını sağ bırakmamız lazım. Tekrardan hatırlatmak istedim.
İnsanın adı çıkmasın bir kere.”
Açılışını Şehit mezarlığıyla yapıp kapanışını da Mete Başkan’ın vefatıyla yapan duygu yüklü aksiyonlu bu bölümün nadir komedi anlarından biri Osmanlı tokadıyla adam öldürdüğü tescillenen Hulki’yi planın işe yarayabilmesi adına teröristlerin hepsini öldürmemesi konusunda uyarılmasıydı. Zavallı Hulki bir keresinde Osmanlı tokadıyla teröristin tekini öldürdü diye adı çıkmış oldu. Her seferinde birilerini canlı yakalamaları gerektiğinde Hulki’yi uyarıp duruyorlar ki onun da Hulk gibi sahip olduğu gücü kontrol edemeyip ortalığı batırdığı zamanlar oluyor ama bunu kötü niyetle ya da özellikle belirtilen durumlarda öldürme amacıyla yapmıyor. “Büyük güç büyük sorumluluk ister” sözünde açık bir şekilde belirtildiği gibi söz konusu Vatan olduğunda sahip olduğu özel gücü kontrol etmekte biraz sıkıntı yaşıyor.
Bölgedeki teröristler tarafından eziyet gören masum Türkmenlerden oluşan bir ailenin sınır devriyesi kisvesi altında taciz eden teröristleri gören Serdar’ın arabadan “Bırakın lan onları, geçsinler” diyerek çıkıp duruma el koyması çok havalıydı. Hele o arabadan inişi, baştan aşağıya giymiş olduğu siyahın asaleti ve kıyafetiyle uyumlu güneş gözlüğü karizmasını arttırıyordu. Gerçi babam çatışırken neden güneş gözlüğü takıyordu. Onunla nasıl nişan alıyor diye bir küçük eleştiride bulundu ama Çağlar oynarken o kadar havalıydı ki ben babamı duymazdan gelmeyi tercih ettim…
Saldırıdan canlı çıkan teröristin eline arkadaşlarından tıbbi yardım istemesi için telsizi tutuşturdukları anda #SerHul ikilisi epey eğlenceli bir ortaklığa imza atmış oldular ancak sahnenin uzun olmaması bana hakkında konuşabilecek pek bir şey vermedi. Söz konusu ekip olduğunda sadece aşık çiftleri değil; #ZehPın gibi kadın dostluklarını, #UzGür gibi eğlenceli arkadaşlıkları ve #SerHul gibi aksiyonlu ortaklıkları da izlemeyi seven tek insan ben miyim bilmiyorum ama onların çeşitli dinamiklerini izlemekten keyif alıyorum. Bunu görmekten pek hoşlanmayan izleyicilerine rağmen yaptıkları plan sayesinde teröristi hastaneye taşıyan teröristleri izleyerek Hakkı’nın tutulduğu hastaneyi buldular.
Teröristlerin arkadaşlarını gelip almalarını beklerken Zehra ve Serdar aralarında bir dirsek mesafesi olacak biçimde yan yana durmalarına bayıldım zira arabada 1 türlü yan yana oturamıyorlar. Onun dışında en çok Zehra ve Pınar’ın bereli hallerini izlemeyi sevdim. Bere takmak bir kadına nasıl bu kadar yakışabilir hayret ettim. Kokoş olmadan en sade halleriyle operasyonda da güzel olan Zehra ve Pınar’ı dolayısıyla da Deniz ve Ezgi’yi taktir ettiğimi belirtirim…
Hakkı’nın tutulduğu hastaneye teröristlerin dikkatini çekmeden girebilmek için operasyon düzenlemeye hazırlanan ekibe plan yapma konusunda yol gösteren kişi “bir fikrim var” cümlesiyle paylaşımda bulunan Uzay’dı. Ekip Uzay’ın planından hareketle “Doktor” kılığına girerek dikkat çekmeden hastaneye girmenin bir yolunu buldular. Ki Zehra’nın hastanenin kapısından içeri girmeleri konusunda onlara zorluk çıkaran teröristi “kahraman” söylemiyle iki dakikada nasıl manipüle ettiğini izlemek büyük bir ayrıcalıktı. Onlar kendilerine ne kadar özgürlük savaşçısı derlerse desinler hakikatte haşere oldukları gerçeğinin üstünü asla kapatamazlar. Sözde dostlarının kışkırtmaları sağ olsun en bayat iltifatı bile hiç düşünmeden ve gerçeğini sorgulamadan göğüsleri kabararak kabul edip kapılarını herkese açıyorlar.
Serdar küçükken doktor olmanın hayalini kurmuş olacak ki bulduğu her fırsatta o beyaz önlüğü ne yapıp edip giyme imkanını yaratıp duruyor. En son üzerinde beyaz önlük gördüğümde Zehra’yla Almanya’daki nöroloğun peşindeydi. Onun dışında da en son bir doktoru kendisine bilgi vermesi için sıkıştırmıştı. Yanlış anlaşılmasın, Serdar’a yakışıyor ama her fırsatta doktor önlüğü giymesi biraz fazla hevesli olduğunu düşündürttü. Ancak bu defa yanında Zehra da vardı. Onlara yan yanayken şöyle bir baktım da #ZehSer’in ikisi de doktor evli bir çift olduklarını hayal edebiliyorum.
Bölümün asıl çatışma unsurunun başladığı nokta da hastane yerleşkesiydi. Kahramanlarımız doktor önlüğünü giyip hastaneye girdiklerinde bölümün geri kalanını burada geçireceklerini aksiyonu ve macerayı burada yaşayacaklarını bilmiyorlardı ama hastane operasyonundan önce Hakkı’nın rüyasına biraz değinmenin doğru olacağını düşündüm. Hakkı’nın rüyasında oğluyla buluştuğunu ve Barış’ın Hakkı’ya onu gururlandırmak için MİT’e katılmayı planladığını söylediğini görünce aklıma Hulki ve babasının sahnesi geldi. Fadi ona işkence ederken Hulki’nin zihni çok başka bir alemde babasıylaydı. O zaman sahneyi izlediğimde tüylerim ürpermiş babalarla oğulları arasında güçlü bağlar olduğunu söylemiştim. Bugün Hakkı ve Barış’a baktığımda hala aynı şeyi düşünüyorum. Adam olmayı ilk onlardan öğrenen erkek çocuklarıyla babaları arasında görünmez bağlar ve kabul görme ihtiyaçlarından doğan ritüeller var.
Baba oğulun bir araya geldikleri sahnede ilk kez Barış’ın varlığından rahatsız olmadım aksine “Beni sakın bırakma, baba dayan” dediği sahnede tüylerim ürperdi. Birbirlerine duydukları özlem gözlerinden okunuyorken -şu kısacık- rüyada hasret giderme çabaları kalbime işledi. Karşılıklı sahnelerinde duyguyu bana layığıyla geçirmeyi başardılar. Sanırım evlatlar babalarına babalarda evlatlarına kopmaz bir bağla daima bağlı olacaklar. Zamanında onu besleyip büyüterek hayatta tutan babasını bu defa Barış’ın hayatta tutmasına sevdim. Ne de olsa bu dünyada evlattan daha etkili bir motivasyon aracı olduğunu sanmıyorum. O yüzden sahnenin uzatılmamasını ve naif bir şekilde ele alınışını sevdiğimi söylemeliyim. Teşkilat senarist grubu bunu bilerek mi yaptı bilmiyorum ama oğlunun onu hayatta tutmak için söylediği her şey bölüm sonunda Mete Başkan için de geçerliydi. Zamanı geldiğinde kareye değineceğim ama şimdilik Mete Başkan’ın sahnesinde de keşke Gürcan’la aynısını yapsalardı diye içimden geçirdiğimi bilin istedim…
Hastaneye sızma operasyonlarına dönecek olursak eğer odaların hepsine tek tek bakıp Hakkı’yı bulma planından biraz sapmak zorunda kaldıkları birtakım maceralar yaşadıklarını söylemek hiç de yanlış olmaz ki bölümde en fazla keyif aldığım sahnelerde bölümün bu kısmında gerçekleşmişti. Bu noktada Serdar’ın macerasıyla Zehra ve Pınar’ın macerası diyerek aralarında ufak bir ayrım yapmak ve ikisini ayrı ayrı ele alarak yorumlamak istiyorum. Normalde önceliği Serdar’a verirdim ama bölümün bu kısmında asıl eğlenmemi sağlayan anların Zehra ve Pınar macerasında yaşandığını düşünecek olursak bu defa önceliği hanımların macerasına vermek bana daha mantıklı geldi. Odalara bakıp Hakkı’yı bulmaya çalışırlarken karısının doğum yapmak üzere olduğunu söyleyerek onları doğuma girmeye zorlayan köylü sayesinde kendilerini operasyonun ortasında dünyaya çocuk getirirken bulmaları çok komikti bence.
“Sakin ol. Sakin olalım. Standart şeyler tamam mı? Sıcak su ve havlu lazım bize.
Tamam. Tamam ama nasıl yapacağız?
Tek bildiğim bu doğal 1 şey. Biz olmasak da bu kadın doğuracaktı. Tek yapmamız gereken ona yardımcı olmak.”
Daha önce kendisi de doğum yapmış bir kadının bu konuda daha bilgili olmasını beklerken Zehra’nın “bu doğal bir şey. Biz olmasak da bu kadın doğuracaktı” avuntusuna sığınmasını gerçekten komik buldum. O mantığa tutunacak olursak kadınların onlara doğum yaptıracak doktorlara da ihtiyaçları yok. Bebekler nasıl olsa bir şekilde bu dünyaya gelmenin bir yolunu buluyorlar. Ben bu yorumunu içine düştüğü durumun aniden gerçekleşmiş olmasına bağlamak istiyorum aksi taktirde Yağmur’u sezaryanla doğurduğunu düşüneceğim. Doktor olmadıkları halde o kadına yardım edebilmek için girdikleri amansız mücadelede vücut dillerinden yapmış oldukları mimiklere kadar her şeyi sevdiğimi söylemeliyim. Özellikle de Zehra dolayısıyla da Deniz bu sahnede çok doğal ve samimi bir oyunculuk ortaya koydu.
Yaratılış olarak pek meraklı bir insan olduğumu söyleyemem. Bu yüzden olacak ki duyduğum isimlerin anlamlarına bakmak gibi bir huyum hiç olmadı. Kendi isminin anlamını bile bir öğretmeninden tesadüfen öğrenmiş biri olaraktan Zehra isminin anlamının ne olduğuna bakmak bugüne kadar hiç aklıma gelmedi. Kadın doğan bebeğine onun adını vermek isteyince çoğunlukla birlikte ben de anlamının “ay parçası” olduğunu öğrendim. Öğrenir öğrenmez de otuz dokuz bölüm içinde senaristlerin yaptığı en doğru işlerden birinin ona bu adı vermeleri olduğunu düşündüm. Deniz gerçekten bir ay parçası gibi parlayan yüzüyle Zehra olabilecek en doğru kişiydi. En önemlisi de geçmişi bir nefret yüzünden yitip gitmiş hayatının ve kalbinin ortasındaki karanlık boşluğu doldurmaya çalışan Serdar’ın hayatına ay parçası gibi düştüğü metaforu fevkalade oldu. Serdar’ın Zehra’yı her gördüğünde gülümsemesi ve yüzünün daima aydınlanması boşuna değilmiş. Senaristler onu Serdar’ın karşısına hayatını ışığıyla aydınlatsın diye çıkarmışlar…
O yeni doğmuş kız çocuğuna baktığında Zehra’nın aklına kızının geldiğine ve özleminin de perçinlendiğine eminim. Senaristler son zamanlarda kızını göremesek de Zehra üzerinden hep kız çocuk mesajları veriyorlar bunun nedeni Yağmur’un dönüşü mü yoksa ileride Serdar’la sahip olacağı kız çocuğunun ima edilmesi mi ben karar veremedim…
Serdar’ın Hakkı’yı tek başına bulma macerasına dönecek olursak kızların doğuma girdiğinden habersiz olarak her odaya bakan Serdar’ın onu bularak kendi macerasının temelini attığını söyleyebiliriz. Ekipteki herkesin artık bir aile olduğu Hakkı’yı bulduğunda ailesinin bir ferdini bulmuşçasına gülümseyen Serdar’ın yüzünden belli oluyordu. Daha onu bulduğuna sevinemeden yarasının ciddi bilincinin de kapalı olduğunu görerek sevinci kursağında kalsa da onu hastaneden çıkarmaya odaklanan Serdar’ın hiç beklemediği bir anda karşısına çıkan teröristle başı daha da büyük belaya girmiş oldu. Hakkı yattığı yerden onun ismini sayıklamaya başlayınca Serdar suratına doğrultulmuş silahtan kurtulmanın 1 yolunu bulmak zorunda kaldı. Doğrusu benim en sevdiğim kısım Serdar’ın kimliğiyle adamın dikkatini dağıttıktan sonra silahına davranması oldu. Karşısındaki adam epey şüpheciydi ama karşısında pek dayanamadı.
Her bölümde Serdar’ın dövüşmesine alıştırılmış biri olarak sahnenin çok kısa olmasına biraz bozuldum. Teröristin cüssesi neredeyse Serdar’ın iki katıydı. Biraz boğuşsalardı sahne daha da gerçekçi olurdu. Ben de dozumu alırdım. Üstelik Hakkı da defalarca Serdar diyeceğine Mete Başkan ve suikast deseydi ekip olarak suikasta engel olurlardı.
Güldürmek demişken bu bölümde Hulki’nin girdiği pozisyonlar içinde sanırım en çok ambulans şoförünü “sessizce” etkisiz hale getirmeye çalıştığı anda güldüm diyebilirim. Kendisine defalarca mevzuyu sessizce halletmesi nasihat edildiği halde adamı oksijenle bayıltma girişimi hem başarısız oldu hem de adamın ayağına direksiyona vurmasıyla herkesin dikkatini üstüne çekmiş oldu. Serdar’ın defalarca üstüne basa başa sessizce demesine rağmen Hakkı’nın girişiminin sonucunun böyle olması bana hayatta hiçbir şeyi sessizce halletme becerisinin olmadığını düşündürttü. Ama bir konuda da kendisine hak verdim. Ambulans şoförü epey dayanıklı çıktı. Adama sanki yöntem işlemiyordu.
Ekibin A planlarının işlememesine ve her seferinde en kötü ihtimale kalmalarına o kadar alıştım ki doğum ve terörist öldürmekle oyalandıktan sonra Hakkı’nın peşinde olan teröristlere yakalanmadan hastaneden çıkamamalarına hiç şaşırmadım. Beni şaşırtan şey bunun tam da onu tekerlekli sandalyeye koyup nakile hazırladıkları sırada meydana gelmesi oldu. Teröristler bir dakika sonra gelmiş olsaydılar bizimkiler sapasağlam dışarıya çıkmış bütün tehlikeleri de bertaraf etmiş olacaklardı. O zaman Mete Başkan’ın da onları kurtarmak için bölgeye gelmesi gerekmeyecekti. Ama öyle olmadı bir süredir peşlerini bırakmayan kötü şans burada da onları buldu ve tam kapıdan çıkacaklarken Hakkı’nın peşine düşen doktora ve teröristlere yakalandılar. Yanlarındaki bilinci kapalı adamla birlikte geri çekilmek zorunda kalan ekip kendilerini hiç hazırlıklı olmadıkları sivil hassasiyetinden ötürü de itinayla kaçınmaya çalıştıkları bir çatışmanın ortasında ve hastaneye sıkıştırılmış şekilde bulmuş oldular. Açıkçası bu kadarı bile durumun bundan sonra ekip için daha kötüye gideceğini düşünmeme yetti. Hele de çatışma esnasında doktorun kardeşini öldürerek meseleyi kişisel bir kan davasına dönüştürdüklerini görünce sahadaki bütün ajanlar için endişelenmeye başladım.
Gelmekte olan takviye ekibini ve içerideki sivillerin durumunu düşününce vaziyetleri hiç de iç açıcı görünmüyordu. Kaldı ki Mete Başkan’ın rüyası ve Yıldırım’ın baş ezme söylemlerini hatırlayınca bütün bölüm olacakların bize alttan alta hissettirildiğini ve olayın finaldeki noktaya gelebilmesi için gerekli bütün koşulların da yavaş yavaş sağlandığını düşündüm. Hakkı’ya köylünün evindeyken ulaşabilselerdi ya da hastaneden daha erken çıkabilselerdi; Hakkı daha erken uyanıp suikast planını anlatabilseydi ve Halit Başkan suikast planlıyor dediğinde Uzay’ı ciddiye almış olsaydı bütün bu olanlar belki de önlenebilirdi. Öz iradenin varlığını savunan bir insan olarak kader örüntüsünü görmemek imkansızdı. Tüm yıldızlar olmaları gereken konuma dizilmişler Başkan’ın vefatının gerçekleşmesini bekliyorlardı…
“Acaba sivilleri çıkarmamıza izin verirler mi? En azından durumu ağır olanları.
Sanmıyorum. Deminden beri bağırıyor herif. Hiç kimse dışarıya çıkmaya kalkmasın diye. İyice paranoyaklaştılar.”
Destek kuvvetin gelişiyle köşeye sıkıştırılan karargâh ekibinden bahsedip de #ZehSer’e ayrı bir parantez açmamak olmazdı. Benimle aynı fikirde olan çok insan bulamam ama ben #ZehSer’i sadece romantizmin kollarına kendilerini bıraktıkları anlarda değil; birlikte omuz omuza çatışmaya girdikleri anlarda da izlemeyi seviyorum. Birbirlerinin kalbi dışında hayatlarının her alanına da nüfus etmeyi başarıyorlar. O yüzden aralarındaki duyguyu sadece aşkla ifade etmek bana hem çok yanlış hem de çok eksik geliyor. Birbirlerine sadece kalben değil; zihnen ve ruhen de bağlılar. Aralarında aynı şeyleri düşünüp aynı tepkileri verdikleri telekinetik bir bağ var. Sonradan öğrenilemeyecek isteseler taklit edilemeyecek bir uyum söz konusu. Vatan’ı teröristlerden korumak için savaşırken birbirlerinin arkasını daima kollayacaklarını bilmek onlara güç veriyor. Birinin ötekinin yolunu dua ederek beklediği bir ilişki biçimi değil; aksine operasyondayken sahip oldukları gücü arkalarını döndüklerinde birbirlerinin yüzünü görüyor olmalarından alıyorlar.
Buradan senaristlere özellikle de Ethem’e seslenmek istiyorum. Söz dizisinin son sezonunda Derya ve Yavuz için yazılan operasyonun bir benzerini Zehra ve Serdar için yazmanızı istiyorum. Dragan’la çatışmaya hazırlanırlarken Yavuz’un aşk itirafında bulunduğu kulübe sahnesini. Kalbimdeki yeri her zaman baki olan sahnenin bir benzerinin #ZehSer için yazılması başından beri istediğim gibi aşk ve aksiyon dolu bir ilişkinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Ben aksiyon ve operasyon hiçbir zaman azalsın istemedim sadece #ZehSer aşkıyla dengelenmesini umut ettim…
Aksiyon ve operasyon sahnelerinin #ZehSer aşkıyla dengelenmesini istediğimi söylemişken bu bölümde payımıza düşen romantizmden söz etmemek olmazdı. Jammer yüzünden karargahla iletişimi kesilen kahramanlarımızın her an hastaneye saldırmaları ihtimalini göze alarak aralarında nöbetleşmelerinden içimizi ısıtacak derecede romantik bir kare çıkmasını hiç beklemiyordum. Haftalardır #ZehSer’e özel sahneler olmadan idare etmeye o kadar alışmışız ki haftalar sonra sarılabileceklerine bile ihtimal vermemiştik. Yazılarımı okuyanlar Serdar’ın boks müsabakasından sonra kaçırıldığı Zehra’nın da kimyasal saldırı tehlikesini atlattığı maceradan sonra sarılmalarını dört gözle bekleyip umduğumu bulamayınca yaşadığım hayal kırıklığını kaleme aldığımı hatırlarlar. Bu defa da sadece havadan sudan konuşacaklar ya da Serdar konuyu açacak ancak Zehra Halit’in uyarılarından sonra takındığı tavrı sürdürecek diye düşünürken takındığı olumlu tutum beni #ZehSer çiftinin geleceği konusunda umutlandırdı. Umarım içimde kalmaz.
“Sıra sende hadi. (…) Üç saat oldu. Dinlenmen lazım.
İnan şu anda düşündüğüm son şey dinlenmek. Hem seni de yalnız bırakmak istemiyorum. Şu anda bir kahve olsa ne iyi giderdi, değil mi?”
Daha yan yana oturup konuşmaya başlamadıkları halde gözetleme nöbetini devralmaya gelen Zehra’yı tek başına bırakmaktansa uykusuz kalmayı tercih etmesiyle gönülleri fethetmeye başlayan Serdar’ın romantizm musluklarını açacağı belli olmaya başlamıştı. İnsan ölüm kalım savaşı verdikleri bir deneyim yaşadıklarında hayatlarında gerçek anlamda değer verdikleri şeylerin neler ve kimler olduğunu daha iyi idrak ediyorlar. Belli ki Serdar da ölümle burun buruna oldukları bir zamanda sevdiği kadından ayrı kalmak istemiyordu. Eğer bugün hayatlarının son günüyse onu da Zehra’yla geçirmek istiyordu. Bunu istemeye de sonuna kadar hakkı vardı. Zehra ve Serdar ilişkisinin temellerini atan şey Zehra’nın elindeki kahve fincanını alıp gözlerinin içine bakarak kahvesini içmesi ve Serdar’ın da kadınların gözlerinin onun üstünde olmasına alışkın olduğunu söylemesi olduğundan kahve içmekten söz etmesinin #ZehSer flörtünün bir parçası olduğunu biliyorum. O yüzden bu sahnede kahveden söz etmesini keyfini çıkararak seyrettim.
Son seferinde Zehra’yla oturup karargâhta karşılıklı kahvelerini yudumlayan Serdar için bu kahve olayının daha da derinde gizlenen bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Bir fincan kahvenin 40 yıllık hatırı gibi bir ömrü birlikte geçirme manasının da ötesinde bir anlam. Bu çıkarımımı biraz abartılı bulanlar olacak ama daha ilk bölümde elindeki kahve fincanını alıp bir yudum alan Zehra’dan sonra o kahveyi içmeye devam ettiğini düşündüğüm Serdar teknik anlamda Zehra’yla öpüşmüş kadar olmuştu. Belki de her kahve içişinde Zehra’nın ona meydan okuyup fincanını almasını ve dudaklarının değdiği bir kahve fincanından içebilmeyi diledi. Ama son seferinde kahvelerini eş zamanlı olarak karşılıklı içtikleri anda dudaklarının kahve fincanına değmesi bir flört biçimi ve öpüşmenin bir metaforu gibiydi. Bu yüzden yeniden birlikte kahve içmelerinin hem duygusal hem de tensel bir yakınlaşma anlamına geldiğine eminim.
“İşte seni bu yüzden seviyorum. (PARDON) Niye şaşırdın ki?
Kahveyi nasıl içmeyi sevdiğini bildiğim için mi seviyorsun beni?
Evet ve bunun gibi benim hakkımda bildiğin birçok şey benim hakkımda bildiğin önemli önemsiz. Bunun ne kadar kıymetli olduğunu anlamam biraz vakit aldı ama sonunda anladım. Ve ne yalan söyleyeyim beni biraz rahatsız ediyor. Çünkü sen benim artık ölümden korkma sebebim oldun.”
İster sevgilin isterse de ebeveynin olsun neleri sevdiğini bilecek kadar sana değer veren ve seninle ilgili ayrıntılara dikkat eden biri tarafından sevilmek kıymetlidir. Zira o insan senin ona bir şeyler söylemene bile gerek duymadan sana kendini özel hissettirebilmek için emek harcamayı göze almıştır. Bu da sana değer verdiğini ve seni gerçekten önemsediğini anlatır. Sana olan hislerini insanların içinde dile getiremez; büyük jestler yapıp sana gösteremez ama ufak eylemlerle de olsa sana hissettirir. Ben de ilişkilerinde karşı tarafa söylemektense onun dikkat etmesini değerli gören bir kadın olarak Serdar’ın neden Zehra’nın onun hakkındaki önemli önemsiz birçok şeyi öğrenerek kendisini iyi tanımaya başladığına bu kadar anlam yüklediğini anlayabiliyorum. Serdar son ilişkisinde ihanete uğradığından belki de bir daha hiçbir kadına güvenemeyecekken karşısına çıkan Zehra’yla savunma mekanizmalarını daha önce hiç indirmediği kadar indirmiş oldu. Ailesiyle ve onunla ilgili gerçeği tüm çıplaklığıyla paylaşacak kadar değer verdi.
Zehra’nın “kahveni nasıl içmeyi sevdiğini bildiğim için mi…” diye küçümsediği bütün o önemsiz detaylar aslında bir araya geldiğinde Serdar’ın tamamını oluşturuyorlardı. Ve bir insanı tamamıyla tanımak onunla bir olmak anlamına geliyordu. Şimdi Zehra onu o kadar iyi tanıyordu ki Serdar’a nefesi kadar tanıdıktı. Bu yüzden ailesinin acı ölümüyle yüreğinde yeri doldurulamayan kocaman bir boşluk oluşan bu hiç büyümemiş erkek çocuğunun Zehra’nın kendisini böylesine iyi tanımasından rahatsız olması çok normal. Zira hayatta hep kaybetmenin acısını tatmış olanlar sahip oldukları tüm güzel şeylerin tadını çıkarmaktan ziyade ellerinin arasından ne zaman kayıp gideceklerini düşünürler. Kaybetme korkusuyla sevdikleri şeylere ya çok sıkı tutunurlar ya da onlara asla tutunmamaya çalışırlar, bu normal.
Birbirlerini internet profillerinde yazanlardan seçip tanışmaya çalışan insanlar bir insanı yavaş yavaş keşfetmenin ve o insan tarafından keşfedilmenin güzelliğini de dehşetini de asla anlayamazlar. Bir insanın kalbini elinde tutmak aşksa eğer onu doğru tutmayı öğrenebilmek de sevme sanatıdır. Zira çok sıkarsan boğar çok gevşetirsen de kayıp gitmesine neden olursun. O yüzden ona âşık olduğunu itiraf ettiğinden beri kalbini Zehra’nın ellerine bırakan Serdar korkusuz bir aşık. Endişesi kendi kalbinin kırılması değil; sevdiğinin yitip gitmesi çünkü. Zehra’nın da ona emanet edilen bu kalbi korkusuzca sevmenin bir yolunu bulmalı ki terslememesi doğru yolda olduğunun bir göstergesiydi.
“Bu zamana kadar ölümden korktuğumu hatırlamıyorum. Şimdi de korkmuyorum zaten. Sensiz kalmaktan korkuyorum diyelim. Diyordum ya sana içimde kocaman 1 boşluk hissi var diye artık yok. O boşluğu doldurdun.
Her şeyi bir arada tutan şey boşluktur derler.
Onu kim demişse bir de gelip bana anlatsın. Sana bir hediyem var.
Ne o?
Sana bunu almıştım. Ankara’da vermeyi planlıyordum ama…
Şu an…şu an mı? Suriye’nin bir köşesinde. Bir hastanede köşeye sıkışmışken ölümü beklerken.
Kesinlikle çok iyi, değil mi? Zamanlama… biliyorsun krizleri fırsata çevirmede gayet iyiyimdir.”
Serdar daha önce açık açık Zehra’ya âşık olduğunu söylediğinde kalbim erimişti ancak “Sen artık benim ölümden korkma nedenimsin…sensiz kalmaktan korkuyorum” demesiyle tüm benliğim eridi. Bir insana onu isteyecek kadar âşık olmak neyse de varlığına ihtiyaç duyacak ve ona muhtaç olacak kadar âşık olmak çok farklı bir boyuttu bence. Bir insana ciğerlerini dolduran hava kalbinde pompalanan kan kadar ihtiyaç duymak Serdar’ın sıradan 1 aşık değil; kara sevdalı bir Mecnun olduğunu düşündürttü bana. Ailesi öldüğünden beri bu Vatan’a hizmet etmek dışında onu bu hayata bağlayan hiç kimsesi olmayan Serdar için ölmek hiçbir zaman korkulacak bir şey değildi ama şimdi kendi için değil Zehra için korkarken görüyoruz onu. Yanlış anlaşılmasın ölmekten değil; sevdiği kadının ondan alınması daha da fenası o olmadan yaşamak zorunda kalma ihtimalinden korkuyordu. Vatan sevgisinin bile dolduramadığı boşluğu dolduran kadını da ailesi gibi kaybederek tarihin tekerrür etmesinden korkuyordu. Yaptıkları işi düşününce bu korkusunda haksızda değildi. O yüzden hissettiği duyguları içinde tutmadan gönlünce yaşayabilmek istiyordu…
Bir insanın gözlerinizin içine bakarak içindeki kocaman boşluğu doldurduğunuzu söylemesi bir insanın omuzlarına yüklemek için çok ağır bir sorumluluk. O yüzden de “her şeyi bir arada tutan şey boşluktur derler” diyerek Zehra’nın ilk güdüsünün Serdar’ın hayatındaki yerini “minimalize etmekten” yana olmasını çok iyi anlıyorum. Serdar için ifade ettiği anlamı hem daha değersiz kılacak hem de onca zaman içindeki boşluğa rağmen kendini bir arada tutabilmeyi başardığı imasını çıkarmasını sağlayacak esprili bir cümleyle Zehra korkusunu bastırmaya çalıştı. Giderek sevdiği adama benzediği gerçeği de ortaya çıkmış oldu. Hediye meselesine gelince de Serdar’ın o hediyeyi tam olarak ne zaman aldığı düşüncesi beynimde dönmeye başladı. Verdiği kolyenin dört yapraklı bir Yonca olduğunu düşününce kolyeyi “El Turco” rolüne büründüğü zaman Zehra’ya Şans Meleğim demesinden sonra aldığına kanaat getirdim.
Ki Zehra o operasyonun başında Serdar’a aralarında duygusal bir ilişki yaşanamayacağını söyleyip araya mesafe koymaya başladıktan sonra alması Zehra’nın söylediklerinin hiçbirini ciddiye almadığını ciddiye aldığı tek unsurun kimyasal saldırı esnasında neredeyse Zehra’yı kaybedecek olmasından etkilenmesi olduğunu gördük. O zamanlar bir sarılma yaşanmadığı için çok büyük hayal kırıklığı yaşamıştım ama Serdar onun yerine kolye almış. Tav oldum.
Doğrusu söz konusu bu iki Vatan sevdalısının ilişkisi olduğunda bu kolyeyi daha uygun bir zamanda birlikte semaya doğru bakarken ya da Ankara’da kar görüntüsünün keyfini çıkarırken romantik bir anda vermesini beklemek ayıp olurdu. Onlar hiçbir çifte benzemiyorlar. Ambiyans varken romantizm kolaydır ama elinizde geliyorsa savaşın ortası denebilecek bir yerde romantizm yaratın demiştim ya #ZehSer çifti bana bir kez daha Suriye’de köşeye sıkıştırılmış olduğumuz gerçeğini unutturdular ve bana romantik dokunun da cinsel kimyanın yüksek olduğu bir an seyrettirdiler. Müziğin yanı sıra normalde kadınlar söz konusu olduğunda özgüven patlaması yaşayan Serdar’ın bütün operasyon süresince cebinde taşıdığı kolyeyi vermeye çalışırken ilk aşkıyla konuşmaya çalışan liseli bir delikanlı gibi utangaç olması çok hoşuma gitti. O kadar çatışma yaşanırken kolyeyi cebinde taşıması detayına ve her an krizleri #ZehSer fırsatlarına çevirmesi haline bayıldım ama şaşırmadım. Öleceğiz ayağına Zehra’dan aşk itirafı koparan pislik oydu. Bu cümlesiyle Zehra’ya yapmış olduğu aşk itirafını da hatırlatması dikkatimi çeken bir başka önemli detay oldu…
Zehra’nın karşı çıkmayıp aşkının nişanesi olan o kolyeyi boynuna takmasına izin vermesi onun da aşkını yaşamayı kabul etmeye başladığının bir göstergesiydi. Serdar varsayımda bulunmadı önce Zehra’nın rızasını aldı sonrasında da aldığı kolyeyi boynuna taktı. Bu hangi dilde hangi zamanda ele alırsan al aşkının kabulünden başka bir anlama gelmez. Bu yüzden de aşkının göstergesi olan bu kolyeyi boynuna takmasına izin veren Zehra’nın boynuna doğal olarak da tenine dokunmanın heyecanıyla yerinde duramayan bir Serdar görmek hoşuma gitti. Parmağına takacağı bir yüzükle hemen hemen aynı anlama gelen bir jestti bu. Üstelik kolyeyi takmakla kalmayıp saçlarını da düzeltme bahanesiyle saçlarına dokunması aralarındaki çekimin gücünü arttıran bir unsurdu. Erkekler anne şefkatini kadınlar da sevdiklerinin sevgisini saç okşama kanalıyla hissetmeyi severler. Kokusunu doyasıya içlerine çektikleri saçların arasında parmaklarını gezdirmek birçok erkeğin ortak idealidir. Çünkü ilişkiyi başka bir boyuta taşımadan kadında dokunabilecekleri en mahrem şey saçlarıdır. Bu yüzden Serdar ilk başta tereddüt ederek saçlarına dokunduğunda yüzünün şekli daha da belirginleşti ve “saçının teline zarar gelmesine izin vermem” dediğinde Serdar’ın ona verdiği değeri bütün çıplaklığıyla anlayarak teşekkür etti. Bu teşekkür her şeye rağmen onu sevmesine ettiği teşekkürdü.
Serdar ona söz verirken birbirlerinin gözlerinin içine baktıkları o andaki duygu yoğunluğunu ve Serdar’ın ses tonunu Zehra’nın gözlerinin yaşardığı anı saatlerce anlatabilirim ama her şeyi tek kelimeyle özetlemek de mümkün: Aşk…
“Başka çarem yok Başkan’ım. İzniniz olursa katılmak isterim. Bu ekip…onlar benim çocuklarım.”
Bu arada ekiple iletişimin kesilmesiyle MİT mensupları üzerinden teröristlerle Türk Hükümeti arasında yürütülen o müzakere süreciyle Mete Başkan’ın yeniden ekranlarımızı süslemeye başlamasını izlemek çok ama çok keyifliydi. Mete Başkan’ın karargâha gelip ekibin kulağını çektiği sahne dışında içinde olduğu her sahneyi izlemek benim için büyük bir zevk. Babacanlığını ve bu ekip için gerekirse canını ortaya koyabileceği gerçeğini görmeyi çok özlemişim.
Mete Başkan’ın Suriye’deki görüşmeye gitmeden önce karargâha uğrayıp teröristlerin onu çağırmalarının altındaki asli amacı bertaraf edecek bir plan kurma girişimi sayesinde oğluyla özel olarak konuşma fırsatı bulduğu sahneye geçmeden önce o gününün Gürcan’ın da doğum günü olduğunu söylemeliyim. Zira o gününün doğum günü olması nedeniyle Gürcan’ın bir bölümde birbirinin kontrastı olan iki duyguyu beraber yaşamasına değinmek istiyorum. İlki Uzay’la yaşadığı beklenmedik ama gülümsemesine ve duygulanmasına neden olan doğum günü kutlaması ikincisi de baba oğulun geçmişlerindeki travmanın neden olduğu tüm küslükleri geride bırakarak birbirlerini anlamak adına ilk kez sahici bir adım attıkları kareydi. Rüyasının etkisinde kalan Mete Başkan’ın oğluyla vedalaştığı sahneydi de.
Daha önceki yazılarımda da diğerleri saha görevine gittiğinde karargâhta birlikte kalmaya devam eden Uzay ve de Gürcan arasındaki dinamiklerin ekibin geri kalanından farklı olduğunu söylemiştim. Birbirlerinin kontrastı olduğunu söyleyebileceğimiz kişiliklere sahip olmaları nedeniyle sık sık tatlı atışmalarına ve rekabet edişlerine tanık olduğum bu ikilinin ilişkisini aşırı kuralcı ve sorumluluk sahibi bir abiyle onun sorumluluk alma konusunda henüz pek ciddiyet kazanamamış dağınık küçük erkek kardeşi arasındaki ilişkiye benzetiyorum. Aralarındaki bütün farklılıklara rağmen zamanlarının çoğunu birlikte geçiriyor olmalarının sebep olduğu 1 samimiyet ve organik bağ söz konusu aralarında.
Bütün özel günler bir yana insan doğduğu günün hatırlanmasını ve de başka insanlar tarafından kutlanmasını ister. O yüzden hiç beklemediği bir anda arkadaşları Suriye’de teröristler tarafından kıstırılmışken doğum gününün hatıra gelmesi ve kutlanması Gürcan’ı çok duygulandırdı. Üstelik babasının arabasına konulmuş bombanın patlamasıyla kız kardeşinin ölümüne annesinin de yatalak kalmasına çok küçük yaşta tanık olmuş bir çocuk o. Babasının Vatan görevi nedeniyle doğum günlerinde asla yanında olamadığı yalnız bir çocuk olarak çok fazla doğum günü kutlaması yaptığını sanmıyorum. O yüzden ikinci ailesiyle yapmış olduğu ilk doğum günü kutlamasının ona çok farklı duygular hissettirdiğine eminim. Bilgisayar hatırlatması 1 doğum günü kutlamasının bile onu havalara uçurmasından belliydi.
Bu sahnenin Uzay’la yaşanmasını mantıklı bulduğum halde ikisi için de baba olan adam dolayısıyla Serdar’la onun arasında yaşanmasını tercih ederdim. Geçen sezon Serdar’a babasının ona kendine olduğundan daha fazla baba olduğunu söyleyip sitem ettiğinden beri Serdar ve Gürcan arasında kardeş olduklarını ima eden bir an yaşanmadı…
“Hayatımda ilk defa kaderimin bir başkasının kaderine bu kadar bağlı olduğunu hissettim. Bilgisayar senin doğum günü mesajını gönderdiğinde istemsizce gülümsedim. Kutlamak istedim. Bunu gerçekten içimden geldiği için istedim. Çok uzun zamandır ilk defa birinin doğum gününü kutlarken riyakâr olmadığımı hissettim. Çok teşekkür ederim, Gürcan. Bana bunu hissettirecek kadar yakın olduğun için teşekkür ederim.”
İşin Uzay boyutuna bakacak olursak da dizi başladığında duygusuz bir robot olmakla suçlanan Uzay’ın aslında hiç de göründüğü kadar duygusuz olmadığını gördüğüm her sahne benim için büyük bir nimet. Çoğu zaman yaptıkları işin ciddiyetinden ötürü operasyonlara duygularını karıştırmayan hatta panik olanları da akıllarını işlerine vermeleri konusunda uyaran Uzay’ın arkadaşları Suriye’de teröristler tarafından rejimin elindeki bir hastanede kıstırılmışken Gürcan’a doğum günü kutlaması yapması hem karakterinin dışında bir hareket hem de saklamaya çalıştığı kalbinin güzelliğini anlatan en büyük işaretti. Yakinen tanımadığı bir insanın cenazesinde derin bir üzüntü yaşamış gibi tavır sergilemenin riyakarlığı konusunda Uzay’a hak veren ve aynı şekilde düşünen bir insan olarak doğum günleri adına aynı şeyi düşünmüyorum. Bence doğum günleri hep sevinç içinde kutlanmalı samimi olsan da olmasan da. Bundan hareketle ilk defa gerektiği için değil de içinden geldiği için birinin doğum gününü kutlayan Uzay’ın tebriği normalde olması gerekenden çok daha anlamlı. Hem benim için hem de ona dikkatlice dinlerken gülümseyen Gürcan için…
Gelelim bu kutlamanın komik olan kısmına. Analiz söz konusu olduğunda işinin ehli bir profesyonelken söz konusu insani duygular olduğunda küçük bir çocuk kadar acemi olan Uzay’ın endişelendiğinde gerilmesini, gerildiğinde de kaşınmasını seviyorum. İnsanların “üzgünüm” sözcüğünü su gibi tüketip “anlamının içini boşalttıkları” bir dönemde yaşıyor olmasına rağmen samimi olarak söylemediği her sözcüğü “yalan” olarak niteleyen Uzay’ın Ebru tarafından neden bu kadar sevildiğini anlamak hiç zor değil. Daima ne hissediyorsa onu söyleyen ve nezaket gereği bile olsa yalan söylemekten haz etmeyen birini kim neden sevmesin? Bu dönemde riyakâr olmayan insan bulmak epey zor. Beni gülümseten bir diğer sahnede doğum gününde tuttuğu dileğin Pınar olduğunu yüzüne bakarak anlayıp “o iş olmaz” demesiydi. Uzay’ın bu her şeyi bilme huyu beni de endişelendirse de üzülerek haklı olduğunu söylemeliyim. Hikayelerinin geldiği noktaya bakılacak olursa #PınGür olmayacakmış gibi görünüyor. Tek olma ihtimali babasının ölümünden sonra Pınar’ın ona şefkat gösterme yöneliminde olmasının birtakım duyguları tetikleyebilecek olması…
“Üç şekerli içiyorsun değil mi hala? Karıştırmıyorsun bir de açık içiyorsun. Doğum günün kutlu olsun, oğlum.”
Mete Başkan’ın gördüğü rüyayı şahadetin habercisi olarak algılamasından ötürü Suriye’ye gitmeden önce son kez oğluyla konuşmak istemesi duygusal anların yaşanmasına neden oldu. Yıllardır görevlerde olduğu için katılamadığı doğum günlerinde veremediği hediyeleri tek seferde vermek istemesi anlamlıydı. Vatan’ını seven bir adamın kendi evladını sevmediğini ya da doğum günlerini unutabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Oğlunun hep yanında olan bir baba olamadı ama oğlunu daima gittiği her yere kalbinde taşıyan bir baba oldu. Giderayak Gürcan’ın da bunu fark etmesi yani yanında olmamasının ilgisizlik olmadığını anlayacak olgunluğa erişmesi bu vedanın hikâye olarak daha da etkili olmasını sağladı. Bu açıdan bakıldığında dizi başladığından beri değişen ve kendini en çok geliştiren karakter aslında Gürcan’dı diyebilirim. Devletlere ve hükümetlere inanmayan babasına karşı tavırlı bir adamın zorla değil kendi isteğiyle o karargâhta kalıp ekip arkadaşlarına Vatan’ı korumaları konusunda yardım etmeyi seçmesinin olgunlaşma olduğunu söylemek doğru olur. Demek ki her şeye rağmen Başkan ona Vatan sevgisini aşılayabilmiş.
Çay detayına bayıldığımı söylemeliyim. İster baba olsun ister sevgili neyi nasıl sevdiğini bilecek kadar sana değer veren ve seninle ilgili detaylara dikkat eden birinin sevgisi gibisi yoktur demek istiyorum. Belki bu sevgiyi insanların içinde ifade edemez; büyük jestler yapıp sana gösteremez ama ufak eylemlerle sana hissettirmeyi başarır. Mesela benim babam babasından çok sevgi görmediği için kendisi de açıkça göstermeyi bilmez ama canım ne zaman bir tatlı istese daha ben dile getiremeden eve getirmiş olur. Aramızdaki telepatik bağı oluşturan o tatlı aslında babamın beni sevdiğini söylemesinin 1 başka şeklidir. Ne istediğimi gözümün içine bakarak anladığını bilmek beni sevindirir. Oğlunun çayını nasıl içmeyi sevdiğini bilmesi de Gürcan’ı ne kadar çok sevdiğini gösteren ince bir detaydı bence…
“Açıkçası seni anlayacağımı hiç düşünmüyordum ama artık anlıyorum. Hem de çok iyi anlıyorum.
Anladıysan affedersin bir gün.
O nasıl laf baba? Asıl sen beni affet. Seni anlamam yaptığın fedakarlıkları fark etmem bu kadar uzun sürdü diye sen beni affet.
Doğum günün kutlu olsun, oğlum. Seni çok seviyorum.
Ben de seni çok seviyorum, baba. İyi ki benim babamsın.”
Çay ve doğum günü kutlama detayı babasının sadece Devlet’ine değil; ona da değer verdiğinin göstergesiydi onun için. O yüzden babası doğum gününü kutladığında arka planda çalan o hüzünlü müziğinde etkisiyle içimin bir garip olduğunu söylemeliyim. Her çocuğun babasını anlamaya başladığı bir yaş olur ya bu bölümde Barış da Gürcan da babalarını daha yeni yeni anlamaya başlıyorlardı. Çocukların ilk kahramanları daima babalarıdır ya sonrasında da büyüyüp dünyayı tanımaya başladıklarında babaları kendilerine iyi bir örnek olmuşsa kahramanları olarak kalmaya devam ederler olmamışlarsa da yolları tamamen ayrılır ya Gürcan babasının hala onun kahramanı olduğunu idrak etmeye başlamıştı. Bu yüzden doyasıya bir baba oğul ilişkisi izleyemeden onlardan kopacak olmamız konusunda senaristlerimize kızgınım. Bize baba oğulun ilişkilerini yavaş yavaş düzelttikleri zamanları izlettirmediler. “Oğluma hiç hissettiremediğim duygular var bu kutuda” dediği anda içim parçalandı. Kardeşinin öldüğü patlamada kendisine ya da babasına fiziksel anlamda hiçbir şey olmadığı halde duygusal anlamda parçalanıp zamanla birbirlerinden bu şekilde kopmuş 1 ailenin yeniden bir araya geldiği anın aynı zamanda vedalaşmaları olması beni derinden yaraladı.
Oğlundan hakkını helal etmesini istediği an Suriye’ye gideceğini ama canlı dönemeyeceğini biliyor gibiydi. Başkan için bunu bilmenin yükünü hafifleten tek şey oğlunun nihayet vazifesinin kutsallığını idrak etmiş olduğunu bilmekti. Vatan, Millet ve Bayrak uğruna hayatı boyunca yapmış olduğu fedakarlıklardan sonra oğlunun dudaklarından “sana layık bir evlat olabilmek için elimden geleni yapacağım” sözcüklerinin çıktığını duymak çektiği tüm çilelere değdiğini düşündürtmüştür. Eğer öleceksem bir amaç uğruna ve vicdanım huzurluyken ölmeyi tercih edecek biri olarak ölüm onu beklerken Suriye’ye gözü arkada kalmadan gönül rahatlığıyla ve oğlunun helalliğiyle gideceğini bilmek huzurla görevini icra etmesine neden olmuştur diye düşünüyorum. Bu sahnede emin olduğum tek bir şey varsa o da onların sarılmasını izlerken benim onlardan beter duygulandığım ve ağladım gerçeğidir. Senaristlere vur dedik öldürdüler. Mete Başkan biraz daha karargâhta kalsaydı benim gibi hüngür hüngür ağlayıp bütün karizmasını sarsmış olacaktı.
Senaristlerimizin yazmamayı tercih etmeleri dolayısıyla yarım kalan bir aile hikayesi oldu onların ki. Hikâyenin başı var ve kesin bir ölümle son bulan bir sonu var ama gelişme kısmı biz seyircilere asla gösterilmedi. Ne kadar yazık! Tek dayanağım Mete Başkan ve Gürcan’ın vedalaşma sahnesinde Mesut ve Ahmet’in muhteşem performansıydı. İkisi de duygulanıp kucaklaşmaları ve tonlamalarıyla duyguyu bana yürekten hissettirmeyi başarmış oldular böyle.
Bütün dünyaya kafa tutarak teröristlerle anlaşma yapmayız mantığını zafere taşıyan bir planla tüm teröristlerin geri çekilmesine neden olan bir kez daha bu ülkenin ve bu milletin kimseye boyun eğmeyeceğini gösteren kahramanım Mete Başkan’ın Yıldırım gibi bir hain tarafından kalleşçe planlanmış bir pusuya düşürülerek arkasından vurulmasını hazmedemediğimi söyleyerek yazıyı tamamlamak istiyorum. Son haftalarda ailesinde meydana gelen ölümden dolayı bu konuda her zamankinden hassas bir insan evladı olarak Mete Başkan’ın ölümünün ben de bir baba kaybı kadar acı bir his oluşturduğunu söylemek istiyorum. Serdar yanına “Baba dayan” diyerek koştuğunda ben de aynı acıyı iliklerime kadar hissettim. Mete Başkan hepimizin babasıydı. Ekipteki herkesin babasıydı. Onun ulu bir çınar gibi dimdik durduğu süre zarfında bu ekip onun gölgesinde huzur buluyorlardı. Şimdi tam da arasını düzeltmişken oğlu Gürcan babasının kaybıyla ne yapacak? Babasını daha önce anlamadığı ve öfkesiyle kaybettiği zaman için vicdan azabı mı hissedecek bilmiyorum ama Serdar ikinci defa gözlerinin önünde vurulan manevi babası Başkan’ın ardından bir kez daha sevdiği birini kaybetmenin acısıyla epey öfkeli olacak diyerek yazımı tamamlıyorum.
İnanın konuyu daha detaylı ele almaya çalışsam ağlamamı durduramayacağım. Sadece etinden et koparılıyormuş gibi gözlerinin önünde kafasını kucağına aldığı babasının ölümünü izlemek zorunda kalan Serdar’ın çaresizliğinin içimi yakması bir yana ailesi öldüğünde ailesinin katillerini bulacağına söz veren ve onu alıp memleketine getiren adamın ilk tanıştığında tuttuğu o küçük ele şimdi parmağındaki yüzüğü emanet ediyor olması beni mahvetti.
Yazıdaki fotoğraflar için @CatDoctor_ , @jiyeon1905 , @mavrolivaa ve kapak fotoğrafı için @eadismylife ‘a teşekkürler…
Göz atmanızı öneririz: Teşkilat Bölüm Yorumları