Teşkilat 43. bölüm analizi tam da yeni bölüm gününde. Bölümün değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
İlk sezonun final bölümü olarak yayınlanan on dördüncü bölümdeki gibi hikâyenin ikiye ayrıldığını ve bu aşamada Serdar’ın bölümün genelinde tek başına takılacağını düşündüğüm bir bölüm olduğundan bu haftaki bölümü iki ayrı yazı biçiminde yorumlamaya karar verdim. İkinci sezonda da bana aynı tadı veren bölüm kızı Yağmur için ekipten ayrılan Zehra’nın karargâhtan ayrıldıktan hemen sonra Serdar’ın kayıp olduğu dönemle ilgili eline geçen ipucunun peşine düştüğü ama benim yorumlayamadığım için içimin yandığı on dokuzuncu bölümden almıştım. Bundan ötürü hazır fırsatını bulmuşken bölümle ilgili yorumumu Serdar’a ayırmaya karar verdim. Uzun zamandır senaristlerimizin yazmamalarını eleştirdiğimiz kahramanımızın yaşamını şekillendiren ve bugün olduğu adama dönüşmesine sebep olan yangında hayatını kaybeden ailesinin intikamını alma hikayesiyle ilişkiliydi. Yorumumda Serdar’ın geçmişinin intikamını almasına odaklanırken yer yer ekiptekilerden yardım aldığı anlara da yer vermeyi daha doğru buldum…
Teşkilat’ın kırk üçüncü bölümü sıklıkla görmeye alışkın olduğumuz gibi kendinden önceki bölümün kaldığı yerden yani Başkan’ın ölmeden kısa bir süre önce kendisine vermiş olduğu nane kutusunun içinden çıkan hafıza kartındaki araştırmaları gören Serdar’ın ailesinin katili olduğunu düşündüğü Lukas’ın peşine düşmesiyle başladı. Onun peşine düşebilmek için ekip arkadaşlarına tek kelime söylemeden ardında bir istifa mektubu bırakarak MİT’teki görevinden ayrılan Serdar bulduğu ilk fırsatta ele geçirdiği Lukas’ı ailesini öldürdüğü gibi katlederek kendi adaletini sağlamaya ve onların intikamını almaya çalışırken bulduk. Serdar onu öldürme konusunda daha önce hiç olmadığı kadar ciddi idi. Hayatında ilk defa Vatan’ına hizmet etmeyen bir hedefi öldürmek için tüm gerekli koşulları sağlamak üzereyken Lukas’ın dudaklarından dökülen “Baban yaşıyor” cümlesiyle birbirine zıt birçok duyguyu bir arada yaşadığına tanık olduğumuz Serdar’ın ışık hızıyla yarışır bir şekilde öfkeden şaşkınlığa geçtiğini gördüğümüz bir bölüm açılışı oldu…
“Anlatmanı istemiyorum, Lukas. Daha fazla anlatmana gerek yok.”
Dur, yapma. Baban ölmedi. Baban yaşıyor. (…) Doğruyu söylüyorum. Ben ölürsem babanı bulamazsın.
Hayır, yalan söylüyorsun. Yalan söylüyorsun, değil mi?
Doğruyu söylüyorum. İnan bana baban yaşıyor. Baban yangından sağ kurtuldu.
Ne saçmalıyorsun bilmiyorum ama hadi sana 1 şans daha vereyim. Eğer yalan söylediğini anlarsam…ölürsün.”
Serdar’a babasının yaşadığını ve onu yangından kendi elleriyle çıkardığını söylediğinde Lukas bu gerçeğin canını kurtarabilecek özellikle de diri diri yakılmasını engelleyebilecek güçte bir bilgi olduğuna inanıyordu; kısmen haklıydı da. Eğer babasının yaşadığını ve bunu kanıtlayabileceğini söylememiş olsaydı Serdar onu oracıkta yanmak üzere bırakacaktı. Asla tereddüt etmeyecek ya da cezasını adalet versin gibi söylemlere girmeyecekti. Belki de hayatının en karanlık anında tek başına daha derin bir karanlığa doğru çekilirken Lukas gibi bir düşmanın dudaklarından hiç beklemediği bir anda dökülen bu iki sihirli kelime kalbinde bu defa Zehra’yla ilişkili olmayan yeni bir umut kırıntısının yeşermesine neden olmuştu. Kendi karanlığında kaybolmakla yüreğinde yeni bir umut yeşertmek arasında geçen sürenin bu kadar az olması insanın inandırmasını güçleştirse de Çağlar’ın Serdar performansı herkesi inandırmaya yetecek muhteşemlikteydi. Serdar acaba kendini nasıl hissetmiştir diye çok düşündüm. İnsan hayatını şekillendiren olayların bildiği gibi olmadığını öğrendiğinde ilk ne hisseder dedim. Gerçeğinin yalan olduğunu öğrendiğinde kendi olmayı sürdürebilir mi yoksa dönüştüğü adamı bir yalan yarattığı için dönüştüğü adam ona bir yabancı mı olmuştur?
Serdar karşısındaki adamın düşmanı olduğunu ve canını kurtarmak için her türlü yalanı söyleyebileceğini biliyordu ama yüzde bir ihtimal de olsa babasının yaşıyor olabileceği düşüncesi belli hiç etmek istemese de içinin kıpır kıpır olmasına sebep oluyordu. Babasını yakın zamanda kaybetmiş olan Gürcan’ın tüm bu yaptıklarına hak vermesi ve onun yerinde olsa kendisinin de aynı şeyi yapacağını söylemesi Serdar’a sunulmuş teklifin geri çevrilmesi imkânsız bir teklif olduğunu da kanıtlıyordu. Hiç kimse bir sonraki mucizenin ne zaman ve nereden geleceğini asla bilemez. Bu yüzden kendi içsel -ruh hali- krizlerini bir yana bırakıp tek bir konuya odaklanmayı seçti: O da babasının yaşayıp yaşamadığını öğrenmek ve eğer yaşıyorsa onu bulup çocukluk travmasından kaynaklanan acıya son vermek. Ama bizim evrenimizde Serdar dünyaya peş peşe travmalar yaşamaya gelmişti. Çok umut etmek istemese de babasının yaşıyor olabileceği haberinden sonra annesi ve kız kardeşinin de yaşıyor olmasını umut etti. Onlardan yıllarca ayrı kalmış olsa da hayatta olmalarını ve tüm bu yaşananların bir kâbus olmasını diledi ancak umutları çok çabuk yıkıldı.
Serdar ailesinin intikamını almak için yalnız başına çıktığı operasyonda büyük bir sürprizle karşılaşırken telefonuna ulaşamadıklarından Serdar için endişelenen ekip de ona ulaşmanın yeni yollarını keşfetmeye çalışmaktaydı. Bana soracak olursanız da içlerinde Serdar’ı en çok merak eden kişi Zehra’ydı. Belli etmemeye çalışsa da zarar görecek -ona bir şey olacak- diye düşünmekten içi içini yedi. Halit Başkan’ın onu gönderdiği yerlere operasyon icabı giderek görevini yerine getirdi ama aklının bir köşesinde daima Serdar vardı. O yüzden geçen haftaki bölümle birlikte bunu da izleyip Zehra’nın mantığının sesini dinleyerek Serdar’ı yüz üstü bıraktığını söyleyenleri kınıyorum. Zehra geçen hafta ne yaptıysa Serdar’ın düşünmeden pervasız bir şekilde intihar operasyonuna girişmesini önlemek için yaptı…
Yağmur kaçırılmasıyla Serdar’ın ailesinin intikamını almak istemesi arasında kurduğum bağın hala doğru olduğunu düşünüyorum. Serdar kızı için kendini MOSSAD teslim etmesine nasıl karşı çıktıysa ve kızı babasını kaybettiğinde ekipten ayrılmak istemesinin çok büyük bir hata olduğunu söylediyse Zehra da Serdar’ı koruyabilmek ve yanında kalmasını sağlayabilmek için aynı şeyi yaptı. Zehra onu yüzüstü bırakmadı sadece iyi bir planı olmadan aktif olarak çalışan bir İstihbaratçının karşısına çıkmasını istemedi. Kendisine zamanında ekibi bırakmasının bir hata olacağını söyleyen adamın onu düşünmeden istifa etmesini istemedi. Eğer onların düşündüğü gibi olsaydı Serdar’a intikam için söz vermezdi. Devamlı yanında olduğunu söylemezdi. Zehra zamanında Yağmur’u kurtarmak için onun bir B planı yapmasına izin vermişti. Belki Serdar sabah kimseye haber vermeden çıkmak yerine ondan yardım isteseydi Zehra’yla bir olup kendi başına hareket etmesini gerektirmeyecek bir plan yapabilirlerdi ya da ona operasyonunda yardım edebilirdi. Serdar ona bir seçim yapma şansı vermedi fakat Zehra yine de sevdiği adamı “kurtarmayı” seçti.
“Söylediğin hiçbir şeye inanmıyorum. O yangından hiç kimse sağ kurtulmuş olamaz. Babam, şu anda nerede?
Nerede olduğunu bilmiyorum sadece… Şirket’in eline geçtiğini biliyorum. Şirket’in elinde, Şirkette.”
Yangından sağ ama bir süre tedavi görmesini gerektirecek kadar da yaralı çıktığını öğrendiği babasına ulaşabilmek için peş peşe operasyonlar düzenlemeye başlayınca Serdar’ın bölüm hikayesinin “hangi noktaya” gideceği de daha kesin bir hal almaya başladı. Diri diri yakılacağı korkusuyla bülbül gibi ötmeye başlayan Lukas sayesinde Serdar’ın puslu geçmişinin üstündeki sis perdesi tam gözlerimizin önünde aralanmaya başlamıştı ki beklenmeyen bir misafir yüzünden planını değiştirmek zorunda kaldı. Açıkçası evsiz olduğu her halinden belli olan bir adamın telefonunun olması ve gördüğünü anında polise yetiştirmesi bana biraz mantıksız gelse de bunun hikâye bazında bir çatışmayı tetiklemek için senaristler tarafından ortaya atıldığını düşünüp hiç üzerinde durmadım. Serdar’ın bu sayede sadece geçmişiyle değil; içinde bulunduğu koşullarda şu an daha büyük önem arz eden şimdisiyle ilgilenmesi gerektiğinin hatırlaması iyi oldu. Zira Lukas’ı aldığı için dolaylı yoldan da olsa tüm Alman İstihbaratı ve polisleri onun peşindeydi.
Serdar bilgi Lukas’tan geldiği için babasının yaşadığına inanmak istemese de hayatta olduğu taktirde şu an nerede olduğu ve başına neler gelmiş olabileceği düşüncesini de aklından çıkmıyordu. Üstelik Lukas’ın onu Şirket’e teslim ettiğini söylemesi de kafasında daha büyük soru işaretlerinin oluşmasına neden oluyordu. Alman İstihbaratı’nın ve Şirket’in babası gibi sıradan bir Vatandaşla -onu kaçıracak kadar- ne gibi bir işleri olabilirdi ki? Bu sorunun cevabını bilmiyordu ancak Alman polisinin siren sesiyle şu anda cevaplandırması gereken sorunun bu olmadığını anlamıştı. Şu anda çözmesi gereken tek bulmaca Alman polislerini ve İstihbaratını Lukas’ı bırakmadan nasıl atlatabileceğiydi. Tam o anda Lukas’ın kafasına sıkıp öcünü almakla babasının ölümüne dair gerçeğin peşinden gitmek arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı ve seçimini de çok ufak bir ihtimal de olsa gerçeğin peşinden gitmekten yana kullandı.
“Alman polisine isimsiz bir ihbarda bulunulmuş. Eşkaller Serdar ve Lukas’la uyumlu. Berlin’in dışında bir depoda birine işkence edildiğiyle ilgili bir ihbar. Halit Başkan sizinle temas kurmamı istedi. (…) Zehra elinizi çabuk tutmanız lazım. Serdar’ın Alman polisinin eline geçmesi tam bir felaket olur.”
Üst satırlarda yazdıklarımı tekrar ederek okuyanları sıkmak ya da bölüme dair yazmış olduğum yorumumu gereksiz yere uzatma peşinde değilim ama Serdar için en çok endişelenenin Zehra olduğunu gösteren işaretlere rastladığım zaman bunlar üzerine konuşmamam da mümkün değil. Daha telefonu açıp “Ne oldu” deyişinden bile her an Serdar hakkında duyabileceği korkunç bir haberin gelme ihtimalinden korktuğunu çok belli ediyordu. Sesi her zamanki gibi kendine güvenen o güçlü tonda değildi; aksine öfkesinin ardında saklamaya çalıştığı endişesinden dolayı titrek ve gereğinden yüksekti. Serdar’ın onsuz bir operasyona çıkmasının öfkesini telefonda Uzay’dan çıkarmaya çalışır gibi telefonu neredeyse Uzay’ın suratına kapadı. Ne gelecek kötü bir haberi duymaya mecali vardı ne de olabileceklere dair Uzay’ın onu uyarmasına. Zira Alman İstihbaratı tarafından yakalanırsa Serdar’a ne olabileceğine dair en kötü senaryo onun zihnini mesken edinmiş; bir türlü çıkmak bilmiyordu. Zihninde dönen tüm o kötü düşüncelerden kendi kendini koruyabilmek ve Serdar’ın iyi olduğunu düşünebilmek umuduyla kolyesine dokunması detayını çok sevdim.
Zehra ne zaman Serdar için endişelense onun kendisine aldığı yonca şeklindeki kolyesine dokunuyor ama istemsiz bir şekilde yaptığı bu hareketin altında yatan motivasyon umutsuzluğa kapılması değil; aksine Serdar için iyi şeyler umut etmesiydi. Serdar’ın ona aldığı kolyeye dokunduğunda sanki her şey yoluna girecek saçının tek bir teline bile zarar gelmesine izin vermeyeceğini söyleyen adam onun için bütün engelleri aşıp gelmenin bir yolunu bulacakmış gibi geliyordu. Belki de onun gibi Zehra da sevdiği adamın saçının tek bir teline bile zarar gelmesine izin vermemeyi kendine hatırlatıyordu. Elini kolyesine götürmesi için milyonlarca neden bulabilirim ama kesin olan bir tek şey varsa o da onun aslında kolyesine değil; Serdar’ın ona olan aşkının simgesine, sevdiği adama ve #ZehSer’e dokunduğu.
Şu anda Serdar’a yaptığı şey konusunda hak verebilecek yegâne 2 insanın da babaları öldürülmüş ekip arkadaşları olması biraz garip bir tesadüf olsa da Serdar’ın bu operasyonu tek başına yapmamasını tercih ederdim. Evet, solo takıldığı operasyon esnasında birinci sınıf aksiyon filmlerinin “lone wolf” kahramanlarına benziyordu ama Serdar’ın Alman İstihbarat Teşkilatını peşine takması hiç de akıllıca değildi. Madem bunu yapacaktı yanında arkasını kollayıp koruyacağına güvendiği bir ya da daha fazla insan olsaydı; emellerine ulaşması çok daha kolay olurdu. Mesela bu operasyona Zehra’yı yanına alarak çıkmış olsaydı İsrail’deki Konsolosluk binasına sığındıkları zamanki sahnelerle paralel kareler görmüş olurduk. Serdar’ın geçmişine doğru aksiyonu bol bir maceraya atıldık ama yanında Zehra’sı olmadan yarım bir hikayeydi. Ki yanında Lukas’la Alman polisine yakalandığında Serdar için seçenekler ömür boyu hapisle öldürülmekti. Bunlara rağmen Serdar’ın tek başına yürüttüğü operasyonun eğlenceli sahneleri de mevcuttu.
“Yaklaşma! Kaldır ellerini! Kimsin sen?
Sizi arayan benim zaten. Ben çağırdım sizi buraya. Ben emlakçıyım.
Ne bu halin?
Sorma. Ben müşterim için bir depo arayışına geldim buraya. Bir gördüm iki serseri bir yaşlı amcayı burada darp etmeye çalışıyorlar. Ben de sizi aradım sonra. Yazık, garibanın üzerine benzin dökmüşler az kalsın yakacaklardı. Ben çıktım sonra ortaya siz de bir türlü gelemediniz. (…) Sonrası malum işte. Az kalsın beni de öldüreceklerdi.”
Serdar’ın hikayesini daha inandırıcı kılabilmek için üstünü başını dağıtmasının ona serseri bir hava katması dışında bu sahnede yaşananların hangisine güleyim karar veremedim. Karar vermeyi geçtim doğru tepki gülmek mi yoksa kalbimi bırakmak mı onu da bilemedim. Serdar’ın “El Turco” karakterinde olduğu gibi heyecanlı ve bıçkın delikanlı pozlarına girmesi çok tatlıydı. Onu hiç tanımayan biri verdiği tepkilere bakarak onun sıradan bir Vatandaş olduğuna kolaylıkla inanırdı. Rolünün hakkını vermesini geçtim ayaküstü yazdığı film senaryosuyla ne kadar yaratıcı bir insan olduğunu da kanıtlamış oldu. Ama beni bu sahneden bahsetmeye iten en büyük neden “emlakçıyım” demesi oldu. Bu kelimenin dudaklarından döküldüğünü duyduğum anda kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Gülmek az gelir; çatlayana kadar kahkaha attım. Zira 2 başrol oyuncusunun aralarında yaptıkları bir şakanın senaryoya yansıdığına daha önce hiç şahit olmamıştım. Bu yüzden de sahnenin doğaçlama olup olmadığı üzerine çok fazla kafa yordum.
Bilmeyenler vardır diye daha net söyleyeyim. Tam tarihini hatırlamamakla birlikte bundan iki ay önce paylaştıklarını düşündüğüm bir #ZehSer fotoğrafındaki halleri için emlakçı gibi göründükleri yorumunu yapan #ÇağDen’in olayın üstünden az bir süre geçtikten sonra aynı konuyla bu defa dizi içindeki bir diyalogla gündem olmaları bence tesadüf değil. Bu durum senaristler tarafından oyuncularla etkileşim halinde olduklarını göstermek için yazıldı ya da Çağlar bu sahnede aklına gelen ilk şeyi söyleyerek doğaçlama yaptı. Bu tahminlerden hangisi doğru bilmiyorum ama beni bu sahnenin bağımlısı yaptıklarını söyleyebiliyorum. “Gariban” olarak bahsettiği kişinin Lukas olması ve bahsettiği iki serserinin de aslında kendi şeytanları olması şüphesiz Serdar’ın espri anlayışının bir ürünüydü. Serdar’ın alaycı tavırlarını ve trollüklerini seviyorum. Polislere “Sorma…” deyişinin tatlılığı yok mu sanki mahalle arkadaşına derdini anlatıyormuş gibiydi. Sahneyi izlerken gözlerimden kalpler çıktığından gülmekle kalbimi bırakmak arasında kaldım.
Peşindeki polisleri yağdan kıl çeker gibi savuşturan Serdar’ın tüm Almanya’yı peşine taktığını anladığı anda yardım istemek için ekibi araması güzel oldu. Kısacık bir anlığına da olsa istifa mektubuyla birlikte ekiple olan tüm bağlarını da kopardığını zannetmiştim. Neyse ki her şeyi tek başına yapamayacağını akıl etmesi uzun sürmedi ama ben bu kişinin karargahtaki birinden ziyade Zehra olacağını düşünmüştüm. O karede ufak çaplı bir hayal kırıklığı yaşadım.
Buna rağmen karargâhı “Avcı” kod adıyla aradığını görünce dayanamadım; duygusallaştım. Teşkilat senarist grubu bize #Söz’ü hatırlatıp kabuk bağlayan yaramızı deşmeye ant içmişler. Dizideki bütün kod adların içinden ölümüyle kalbime kocaman bir yara açan karakterin kod adını seçmeleri tesadüf mü bilmiyorum ama her işittiğimde gözlerim doluyor. İzlediğime odaklanmakta güçlük çekiyorum ancak bu sahnede otoritesini konuşturarak Serdar’ı azarlayan bir Halit Başkan değil de içten içe onun için endişelenen bir Halit gördüğüme sevindim. Herkes Halit’in ekibine karşı fazla katı davrandığını düşünüyor ama ben onlarla katılmıyorum. Aksine hepsinin sorumluluğunu almaya çalışıyor. Kendini Başkan’ın misyonunu ve emanetlerini korumak zorunda hissediyor. O yüzden kendi başına planlar yaparak ortalığı ateşe veren Serdar’a emirlerine karşı geldiği için kızması çok normaldi. Haklı daha dün Alman İstihbaratı’nın kapısında duran adam bugün istifa etse ne yazar; yakalanırsa Türk İstihbaratı her halükârda sorumlu tutulurdu.
“Zehra görev iptal. Depoya gitmenize gerek kalmadı.
Neden? Geç mi kaldık? Serdar yakalandı mı yoksa?
(…) Serdar depoda ayrılmış Lukas’la birlikte. İyi durumda.”
Serdar’ın onu ardında bırakmasının acısını hep Uzay’dan çıkarıyormuş gibi görünmesinin dışında Zehra hissettiği endişeyi ve korkuyu aynı bölüm içinde üçüncü kere yansıtmış oldu. Serdar gittiğinden beri aklındaki tek şey sevdiği adamı bir an önce bulup yanında olabilmekti. Operasyonlar esnasında daima yaptığı bir şeyi yani Serdar’ın arkasını kollayabilmeyi istiyordu. Ki üçüncü bölümde Serdar’ın hayatını kurtardığından beri bu hayat kurtarma ritüeli birlikte girdikleri her operasyonun temel taşı haline gelmişti. Suriye’deki hastanede teröristler tarafından sıkıştırıldıklarında saçının teline dahi zarar gelmesine izin vermeyen Serdar’ını onun kendisini koruduğu gibi koruyabilmek istiyordu.
Onu bulacağını sandığı depoya giderken Uzay’ın aniden “…gerek kalmadı” demesiyle gerilmesi normaldi. Kim olsa sevdiğini kurtarmaya yetişemediğini düşünüp paniklerdi. Ki ekipteki en zeki kişi olmasına rağmen Zehra ve Serdar arasındaki romantik ilişkiyi çözmeyi başaramayan Uzay bile duygularını gizleme konusunda sınıf birincisi olduğunu söyleyen Zehra’nın sadece ses tonunu dinleyerek Serdar için ne kadar endişelendiğini anlayabildiyse sağlamasını buyurun bir de siz yapın. “Kalabalıklar içinde kim daha çok endişeliyse onun sesi daha gür çıkar” cümlesi doğruysa arkadaşlarına konuşma fırsatı bile vermeden arka arkaya soruları yağdıran Zehra onun için en çok endişelenendi.
Nasıl ki Zehra’nın canı sadece onun değil canı sadece kendine ait olmayan Serdar da bu intihar görevine çıkmadan önce kimin kalbini elinde tuttuğunu düşünüp hareket etmeliydi. Ailesinin intikamını alma konusunda hakkı olduğunu düşünsem de bunu yalnız başına yapmasını sevemedim. Yağmur için teslim olmaya gittiğinde içtiği haptan dolayı yerde ölü gibi yatan Zehra’yı gördüğünde Serdar’ın nefesi nasıl kesildiyse ona bir şey olması durumunda Zehra’nın da nefesi aynı şekilde kesilecek. Serdar sadece kendi canını değil; onun canını da hiçe saydığını biliyor olmalıydı.
Serdar’ın planına dönecek olursak Lukas’ı öldürmemiş olsa da öldürme girişimleriyle adamın içine ölüm korkusunu saldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Lukas gibi bir insanı ölmekten daha fazla korkutabilecek tek şeyin ölümün her an ensesinde olduğunu bilerek yaşamaya zorlanması olduğunu düşünüyorum. Her seferinde öleceğini sanıyor ama bir şekilde ölümün kıyısından dönüyor. Üstelik bu işkencenin ne zaman biteceğini ve hangi denemenin gerçek anlamda ölmesine neden olacak deneme olduğunu da bilmiyor. Onun gibi bir adamın bu duruma fazla dayanmasını beklemiyordum. O yüzden Serdar’a babasını bulması için ihtiyacı olan istihbaratı vermesine hiç şaşırmadım. Onun gibi bulunduğu yere Şirket’in gölgesinde saklanarak gelmiş bir adamın ölümden korkmaması saçma olurdu bence.
Serdar’ın babası kimdi ki kaçırıldığında hiç kimse onu aramasın diye kaçırılmasına ölüm süsü verilmişti? Ailesinin böyle feci bir şekilde can vermesine sahiden gerek var mıydı? Serdar’ın babasıyla ilgili gizemin dozu arttıkça adamı gözümde Chuck dizisindeki esas kahramanın babası gibi resmetmeye başlıyordum. Bununla da yetinmeyip babası hala Şirket’in elinde mi yoksa Şirketten kaçıyor durumda mı diye kafamda senaryolar kurmaya başladım. Yıldırım’ın Serdar’ı Nemesis için hedef almasının altında babasının kim olduğu gerçeği yatıyor olabilir mi diye kurup durdum.
Tam ciddi ciddi teoriler kafamda dönmeye başlamıştı ki robot resmi gördüm. O nasıl bir robot resimdir, Allah aşkına. Onu çizdirenin gözleri mi miyop yoksa bunu çizen mi ana okuluna gidiyor hiç anlamadım. Bu nasıl bir yeteneksizin eseri acaba? Koskoca Alman Teşkilatı’nın bir robot resim çizecek uzmanı yok da önüne gelen mi çiziyor ki gözlerimi kanatacak kadar kötü bu resme maruz kalıyorum? Serdar gibi bir sanat eseri anca bu kadar kötü çizilebilirdi, pes… Bir de o resme bakarak başımız ağrıyacak diyen Halit Başkan yok mu söylediklerinin birazını bile ciddiye alamadım. Ancak Alman İstihbaratı’na Serdar adına yalan söylerken hiç tereddüt etmemesi dolayısıyla ona olan saygım arttı.
“Yalnız mı bırakacağız, Serdar’ı? Olmaz bırakamayız.”
Eskiden olsa emirleri harfiyen yerine getirme becerisiyle övünecek olan Zehra’nın Serdar’ı yalnız bırakmamak için emirlere karşı gelmeyi göze alması karakteri açısından çok büyük bir gelişmeydi. Söz konusu Serdar’ı olduğunda emirlere nasıl karşı gelebildiğini daha önce defalarca izleme fırsatı bulmuştuk ama küçük bir hatırlatma yapılması da hiç fena olmadı. Serdar’ı orada bırakmak istemese de verilen emre uyması “kendi canını” düşündüğünden değil; ülkesini diplomatik bir krizin eşiğine gelmekten korumak içindi. Ki Serdar orada olsaydı o emre uyduğu için Zehra’ya kızmaz, aksine onunla gurur duyardı. Çünkü en başında Zehra’yı Vatanını seven bir kahraman olduğu için sevmişti. Hedef Zehra olsaydı kendi canını hiçe sayar gene de o ülkede kalırdı ama söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti’ydi.
“Zehra benim için kişisel bir mesele bu, biliyorsun. Sizden bir şey isteyeceğim, lütfen dinle. Sana bir konum yolladım. Orası bir otopark. (…) plakalı aracın bagajında Lukas var. Lukas’ı alıp güvenli bir yere götürmenizi istiyorum. Sonra o konumu bana yolla. Lukas’la işim daha bitmedi.
Tamam…tamam, olur. Ama ne işin varsa söyle yardımcı olalım sana, lütfen.
Bu kadarlık yardımın yeterli, Zehra. Zor bir işim var. Bundan sonrasını tek başıma halledeceğim. (…) Teslim olacağım. Daha fazla konuşamayacağım. Sağ ol.”
Babasının Şirket tarafından kaçırıldığına dair tutulan belgelere ulaşabilmek için Alman İstihbaratı’nın ana binasına girmesi gerektiğinin farkında olan Serdar, içeriye sızmanın tek yolunun ön kapıdan geçtiğini ve bunu yapmanın en kolay yolunun da teslim olmak olduğunu biliyordu. Ancak her ne pahasına olursa olsun; Lukas’ı onlara iade etmeyi düşünmüyordu. Zira Lukas’ı onlara verirse Şirket’in onu korumaya alacağını ve o saatten sonra da ona ulaşmasının imkânsız olacağını biliyordu. Bu yüzden riskli planını devreye sokmadan önce Lukas’ı güvendiği biri ya da birilerine emanet etmesi gerekiyordu. O insan ve insanlar da her operasyonda canını emanet edebildiği ekip arkadaşlarıydı. Bu defa Lukas’ı emanet etmek için de olsa aradığı kişinin Zehra olmasına sevindim. Robot resim olayını işittiğinden beri Serdar için hissettiği kaygı ve korku nerede olduğunu bilmiyor olmasından ötürü ıstıraba dönüşmeye başlamış; belli etmek istemese de sinirlerini zorluyordu. En azından bu şekilde nerede olduğunu bilmese de sesini duyuverdi.
Serdar ve Zehra’nın duygularını dile getirmeleri 1001 türlü yasağa takıldığından her defasında birbirlerinin adlarını yüksek sesle söylediklerinde aslında aşklarını da itiraf etmiş oluyorlar diyorum ya bu düşüncemde hala ısrarcıyım. Ne Serdar’ın onun adını ne de Zehra’nın onunkini söylemesine gerek olmasa da birbirlerine adlarıyla hitap ederek bir şeyleri söylemeden anlatabilmeyi ümit ediyorlardı. Serdar kendisi için endişelenen kadının endişelerini bir nebze olsun azaltabilmek ve ricasını kırmamasını sağlayabilmek için adını söylüyordu. Zehra ise “senin için endişelendim” cümlesini dile getirmeden onun için endişelendiğini anlatabilmek için adını söylüyordu. Ancak endişelerini dindirme niyetinde de olsa onu merak eden kadının “neredesin” sorusuna “önemi yok” diyerek cevap vermesi ahmakça bir hareketti. Vaktinin sıkışık olduğunun farkındayım ancak Zehra’nın onu deliler gibi merak ettiğini nasıl anlayamıyor? “Benim için kişisel bir mesele” dediğinde onu en iyi Zehra’nın anlayacağını iyi biliyor ama bunu akıl edemiyor, garip.
Eskiden olsa “operasyona hislerini karıştırıyorsun” diyerek her adımında Serdar’ın karşısında duran insanken şimdi sorularının hiçbirine cevap vermediği halde Serdar’ın ricasını hiç düşünmeden kabul eden bir insana dönüşmesinin altında yatan sebep ancak aşkla açıklanabilirdi. Serdar’ının her söylediğini ve yaptığını hiç sorgulamadan “mutlaka bir bildiği vardır” diye kabul eden ve ona kendinden bile çok güven Zehra hislerini anlatamasa da göstermiş kadar oluyor bence. Ayrıca Halit Başkan’ın verdiği emir ülkeyi terk etmeleri şeklinde olmasına rağmen ne işin varsa söyle yardımcı olalım sana diyerek ona yanında olmayı teklif etmesi de aşkının bir başka göstergesiydi. Bunun tehlikeli bir görev olduğunu bile bile Serdar’a katılmaya öleceklerse bile yanında olmaya razıydı. Tek istediği ne pahasına olursa olsun; Serdar’ın yanında olmaktı. Korkularına ve başına neler gelebileceğine dair tüm felaket senaryolarını düşünmesine rağmen “teslim olacağım” dediğinde bir planı olduğuna güvenmeyi seçmesi Serdar’ına olan inancının büyüklüğündendi. Bu işaretleri görüp onun hala Serdar’ın yanında olmadığını düşünen birileri varsa, pes doğrusu.
Serdar’ın egosundan ve özgüvenli hallerinden rahatsız olan izleyiciler var mı bilmiyorum ama ben onun bu hallerini izlemekten büyük zevk alıyorum. Serdar’ın ortada hiçbir şey yokmuş ve yaptığı da çok sıradan bir şeymiş gibi polis arabasının camını tıklatıp “Beni arıyorsunuz sanırım” demesi çok havalıydı. Ben şahsi olarak Almanca bilmiyorum ama Çağlar’ın telaffuzunun çok iyi olduğunu düşündüm. Bu gibi durumlarda dil bariyeri sahnenin tüm havasını yok etmeye yetebilirdi. Neyse ki burada öyle bir durum yaşanmadı. Serdar kendine yaraşır bir şekilde planını uygulama aşamasına geçebilmek için teslim oldu. Sahneyi izlerken “Serdar Kılıçarslan” karizmasına bir kez daha düştüğümü itiraf ediyorum. Teslim olması ne planladığını bilmeyen ekip arkadaşlarını kaygılandırırken onu kendi imkanlarıyla yakaladıklarını zanneden Alman İstihbaratı’nın da iştahının kabarmasına neden oluyordu. Serdar’ı yakalarsa bütün yaşananların acısını ondan çıkaracaklar diye korkmuştum ama Serdar yakalandıktan sonra yaşananları gözlerimle görünce kendimi iyi ki yakalanmış derken buldum. Sanki sorguya alınmamış da sorguya çekmeye gelmiş gibiydi…
“Bu mu? (…) Sizin adalet anlayışınız. Böyle dandik resimlerle. Sanki üç yaşında çocuk çizmiş gibi.”
Serdar’ın bu eleştirisine sonuna kadar hak veriyorum. Onu Lukas’la ilgili suçlayabilmeleri için ellerinde daha kesin deliller olması gerekiyor. Biz onlardan ülkemize dair suç işlemiş teröristleri istediğimizde onlar elinizdeki deliller çok yetersiz diyerek bizi geçiştirebiliyorlar ama söz konusu onların adamları olduğunda 3 yaşındaki bir çocuğun elinden -ben 5 yaşında demiştim- çıkma gibi görünen robot resim bile yeterli oluyor, öyle mi? Bu göz göre göre adaletsizlik.
Serdar’ın bu dünya yansa umurumda değil halleri yok mu beni benden alıyor. Bir insan anca bu kadar havalı olmayı başarabilirdi. Teşkilat senaristlerinin kahramanlarımızı düşmanının önünde asla eğilmeyen ve ne pahasına olursa olsun aman demeyen karakterde yazmalarına bayılıyorum ama bu tavır en çok Serdar’a yakışıyor. Sanırım bunun böyle olmasında mizah anlayışının büyük bir payı var. Bu dünyaya onunla dalga geçmeye geldiğinden onda doğal duruyor; sırıtmıyor. Hele de o robot resmi gördüğünde takındığı tavır yok mu beni o sahnede unutsunlar istedim ki robot resmin absürtlüğüne değinen tek kişinin ben olmamam sevindiriciydi. Almanya kolluk kuvvetleriyle İstihbaratı bizimle çok fena kafa buluyorlar diye düşündüm. Zira robot resimdeki nerede Serdar Kılıçarslan yakışıklılık nerede?
Aslında bir İstihbaratçı’nın başına gelebilecek en kötü şeyin yakalanması olduğunu daha ilk bölümde Mete Başkan dile getirmişti ve sonuna kadar da haklıydı. Ülkesine hizmet ederken ölmek MİT çalışanları için şehadet şerbetinden içmek anlamına geliyor. Onları ölümle korkutamazsın; yakalanmaktan da korkmazlar ama iradeleri ne kadar güçlü olursa olsun ülkelerine karşı koz olarak kullanılmaktan korkarlar. Onun için de yakalanmak istemezler. Serdar’a ve planına ne kadar güvendiysek o binadan istediğini alarak çıkacağına dair içimizde en ufak bir şüphe yoktu. Şüphe olmayınca haliyle Serdar için ne korktuk ne de nabzımız yükseldi. Alman İstihbaratıyla köşe kovalamacası daha uzun sürseydi ya da sorgu sahnesinin gerilimini arttıran unsurlar eklenebilseydi daha heyecanlı ve tempolu olurdu. Teslim olduğunu duyduktan sonra yaptığı plana güvense de Serdar için endişelenen bir Zehra görebilseydik daha iyi olurdu. Bu eksiğe rağmen ülkeye dönmekle hata yapıp yapmadığını sorgulayan bir Zehra görmek de güzeldi.
Serdar’ın geçmişinde saklı kalmış gerçeklerin tek tek ortaya çıkmaya başlaması açısından çok önemli ipuçları elde ettiğimiz bir bölüm olduğundan ve bunu da çok uzun zamandır bekliyor olduğumuzdan dolayı Yıldırım’ın savunma sanayisine karşı yapmayı planladığı terörist saldırısına odaklanmadım. Zira karargâh ekibinin bu saldırıyı durdurma operasyonuna dahil olmalarını sağlayan bağ da Ceren’di. Ailesinin başka İstihbarat servislerinden Şirket tarafından devşirilmiş ajanlar olduklarını ve de gerçek ailesi bile olmadıklarını öğrendiğinde Ceren’in yaşadığı yıkımı yansıtma konusunda Ezgi’nin muhteşem bir iş çıkardığını düşünsem de onun performansını övmek Ceren’den daha ayrıntılı bir biçimde bahsetmeyi gerektiriyordu. O yüzden onunla ilgili olan kısımların çoğunu atlamayı seçtim ama bu Ezgi’nin performansını taktir etmediğim anlamına gelmesin. Son 2 haftadır muhteşem bir performans ortaya koyuyor bence.
“Kelepçeleri de çıkar.
Zaten niye taktınız anlamadım.
Standart prosedür. (SAÇMA) Yesene sana döner getirdik.
Yok, kalsın… Standart prosedür.”
Almanların sorguda Serdar’a Lukas’ın nerede olduğunu söylettirmeye çalıştıklarını görünce aklıma “bir istihbaratçı için sorgulaması en zor insan bir başka istihbaratçıdır” cümlesi geldi. Kelepçelerini çıkartıp yemek vererek güvenini kazanmak gibi taktiklerin de hiçbir anlamı kalmıyor. O yüzden Serdar’ın onu sorgulamaya çalışan adamın gözünün önünde hiç istifini bozmadan misafirliğe gelmiş gibi davranmasına bayıldım. Misafirlik az kalır Alman İstihbaratı’nın binasında binanın sahibiymiş gibi davrandı. Babasının Şirket tarafından alındığını ve yangından sonra hala hayatta olduğunu kanıtlayan delillere ulaşabilmek için sorgu odasından Lukas’ın odasına “nasıl geçecek” diye düşünürken tuvalete gitmesi gerektiğini söylediği anda Serdar’ın alamet-i farikası olan doğaçlama bir planın gelmekte olduğunu anladım. Bunun için senaristleri eleştirmem gerektiğini biliyorum ancak onu tutuklayarak İstihbarat binasına getiren polisler üzerine bakmayı hiç mi akıl edemediler? Hadi onları geçtim koskoca Alman İstihbaratı onu sorgulamadan önce neden üzerini aramadılar? Serdar Lukas’ın parmağını neresine koydu ki kimse bulamadı çok merak ediyorum
Serdar kadar iyi bir İstihbaratçıya ben olsam arkamı bile dönmezdim ama bunlar ona tuvaletin girişine kadar eşlik edip içeride yalnız kalmasına izin verdiler. Kabul, adamlar oradaki havalandırma kapağını kullanarak binanın başka bir yerine geçeceğini nereden bilsinler? Benim asıl anlayamadığım şey Serdar ta en başında böyle bir yol olduğunu nereden öğrendiğiydi. Zira Lukas’ın odasının önünden geçmiş olmasaydılar hangi odanın ona ait olduğunu bulması da zor olacaktı. Lukas’la aralarında bu konuda konuştuklarını duymuş olsaydık hikâyenin bu kısmı bu kadar havada kalmamış olacaktı gibime geliyor. Erkekler tuvaletindeki yolu kullanarak Lukas’ın odasına girip parmak iziyle kasayı açıp içindekilere bakması sonra da geldiği yoldan geri dönerek yakalanmadan tuvaletin önünde bekleyen görevlinin yanına giderek planını tamamlamasıyla ilgili tek eleştirim sahnenin fazla kısa olmasıydı. Ben bu casusluk hareketini “Görevimiz Tehlike” film serilerindekilere benzettim ama ikinci defa izleyince “Görevimiz Tehlike” serisinden ziyade “Zor Ölüm” serisine benzediğine ikna oldum. Çağlar’ın oyunculuğu da Tom’dan ziyade Bruce Willis seviyesindeydi.
“Ben size bir şey anlatmayacağım. Siz de bana bir şey yapmayacaksınız. Ben buradan elimi kolumu sallayarak çıkacağım. (…) Bu iş saçma sapan bir hal alalı çok uzun bir zaman oldu.
Ne demek istiyorsun?
Alman İstihbaratı diyorum, bitmiş. Ben belgesiz konuşmam. (…) Yıldırım’ın kasasından çıkan belgeler. Bu arada ben de bir kopyası var. Biliyorsunuz ikimizde İstihbaratçıyız. Böyle bir belge elinize ulaştığı zaman kendinize mutlaka bir kopya çıkarmanız gerekir.
Bizi böyle şeylerle korkutabileceğini mi sanıyorsun?
Umurumda değil ne hissettiğin. İster kork ister endişelen; utan, tedirgin ol, bana ne. (…) Bildiğim tek bir şey var. Ben buradan elimi kolumu sallayarak çıkacağım ve siz de bana hiçbir şey yapamayacaksınız.”
Bir Türk İstihbaratçısını Alman hapishanesinde ömür çürütmekle tehdit etmenin işe yaramayacağını düşünemediği için karşısında oturan adama başta ahmak olmak üzere çeşitli sıfatlar yüklemek isterdim ama bir başlarsam katiyen duramayacağımı düşündüğümden bu aptallığını görmezden gelmeyi seçtim. Zira Serdar da kendine yakışanı yapıp duygularıyla değil; aksine zekasını kullanarak hareket etti. Polislere teslim olarak İstihbarat binasına gelme amacını elde etmekle kalmadı bir de saçının teline bile dokunulmadan binadan çıkmasını sağlayacak ültimatomu da vererek büyük 1 zafer kazanmış oldu. Serdar’ın pek zeki olmadığını söyleyenler için bu sahneler kapak niteliğinde olmuştur.
Serdar hislerinin onu yönetmesine izin vermediği anlarda MİT’e parlak bir geleceği olduğunu belli eden hamleleriyle herkesin taktirini topluyor. Planları genel olarak “doğaçlama” olsa da bu onların sonuç odaklı olmadıkları manasına gelmiyor. Zehra ve Serdar’ın İsrail operasyonu esnasında şartlar gerektirdiği için Konsolosluk binasında saklanmak zorunda kaldıklarında onları kurtaranın “onun planı” olduğunu hatırlayın. Yıldırım’ın gizli kasasından çıkan belgeleri ilk inceleyen Serdar olsa da elinde bir yedeğin olduğu hikayesine hiç inanmadım. Bu düpedüz blöftü üstelik tehlikeli bir blöftü ama karşısındakini inandırmayı başardı. Kendisini tehdit eden adamı gözünü bile kırpmadan onu serbest bırakması için tehdit etmesine ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi o sorgu odasını uyumak için kullanmasına bayıldım. Çağlar’ın bölümde devleştiği sahnelerden biri buydu. Göz dağı vermek için kullandığı derin ses tonundan “kestirmek istiyorum” diyen alaycı ses tonuna geçişi ve bu geçişin bu denli hızlı olması tek kelimeyle mükemmeldi.
“Dünya yansa bir kibrit çöpüm yanmaz; karşımdaki ölüm olsa ciddiyet bana yakışmaz” tarzı bir tavırla takılan Serdar adına kiminin mizaç kiminin de alaycılık dediği özelliği sayesinde egosunun büyüklüğünü herkese kanıtlamayı çok güzel beceriyor. Karşına çıkan her kim olursa olsun; payına düşen haddi bildirmeden bırakmıyor. Haddini bilmenin ne demek olduğunu bilmeyen tiplere hak ettiklerini tattırırken ne kadar eğleniyorsa ben de onu seyrederken o kadar eğleniyorum. Romantik Serdar’ı sevdiğimi söylüyorum ama istediğini alan ve tam da söylediği gibi binadan ayrılan egosu yüksek Serdar’ı izlerken dibim düşüyor. Koskoca Alman İstihbaratını iki kelamıyla yola getirdi. Onu da geçtim kendilerini çok akıllı zanneden Alman İstihbaratı’nın peşine takmış olduğu çömezleri de atlatarak Lukas’a ulaştı…
İlk defa karargâhın değil de yabancı bir ülkenin İstihbarat servisinin gözünden takip operasyonu izlemek ilginç olsa da kendilerini öyle belli ettiler ki Serdar’ın onları fark etmemesi mümkün değildi. Çocukluğunu geçirdiği Almanya’nın sokaklarında rahatça kaybolabilen Serdar’ın arzuladığı delilere ulaştıktan sonra soluğu Lukas’ın yanında almasına şaşırmadım. Ülkesine dönmeden önce Almanya’da yarım kalan işlerini tamamlamak istemesi son derece normaldi. Çocukluğunu, annesini ve ablasını ondan alarak onu ömrünün sonuna kadar yaralayan ülkenin ona bir hayat borcu vardı. Serdar da o borcu ailesinin intikamını alarak kapatmaya kararlıydı. Normalde onlar MİT çalışanı kendi kişisel intikamlarının peşinde koşmaları doğru olmaz savının güçlü bir savunucusu da olsam bu defalık durum bir ayrıcalık yapılmasını hak ediyordu demek istiyorum. Çünkü mevzu bahis olan şey sadece bir ailenin diri diri yakılması değil; aynı zamanda bir çocuğun onlara en muhtaç olduğu çağda ailesinden koparılarak eksikliğe ve yalnızlığa “mahkûm” edilmesiydi. Hiçbir çocuk dünyanın acımasız yüzüyle olması gerekenden daha çabuk tanışmak zorunda kalmamalı.
“Baban 93’, 94’ ve 95’de üç ayrı yerde görünüyor. En son 95’de Leipzig görülmüş.
Sonra ne olmuş?
Sonrası yok.
Ne demek yok. Vardır illaki bir daha bak. (…) Lukas çok basit bir soru. Neden?
Ben bir şey yapmadım. Ben sadece babanı onlara teslim ettim.
Lukas neden yaptınız böyle bir şeyi?
Çünkü baban bir istihbaratçıydı.”
Babasının yıllar önce evlerinde çıkan o yangında ölmediğini üstüne üstlük bir de Şirket tarafından kaçırıldığını daha yeni idrak edebilmeye başlamışken Lukas’ın İstihbarat binasındaki kasasından çıkan deliller sayesinde sıradan bir Vatandaş da olmadığını öğrenen Serdar’ın geçmişinin düşündüğünden daha karmaşık olduğunu anlaması da uzun sürmedi. Babası Şirket tarafından neden kaçırıldı, hala onların elinde miydi yoksa kaçmayı başardı mı gibi aklında oluşan daha milyonlarca sorudan ötürü ne yapacağını bilemez haldeydi. Babasının üç yıl aralıksız işkence gördüğü gerçeği bir yana babasının bir İstihbarat ajanı olduğunu öğrenmesi geçmişiyle ilgili bildiğini sandığı her şeyin koca bir yanılgıdan ibaret olduğunu gösteriyordu. Ailesinin başına gelenler sandığı gibi ırksal bir mesele değil; babasının kim olduğuyla ilgiliydi. Babasını bu kadar değerli yapan şey neydi bilmiyorum ama Serdar’ın yeteneğinin genetiksel olduğunu öğrenmek güzeldi. Bütün hayatını tek bir acının etrafında şekillendirmiş olan Serdar için bu kimlik krizine neden olabilecek bir gerçekti. Onun artık yeni bir amacı vardı; o da eğer hala hayattaysa babasını bulmaktı ancak öncesinde geçmişine tam anlamıyla sünger çekebilmesi için yapması gereken çok önemli bir eylem vardı: Yakmak.
Başından beri Serdar’ın onu öldürmek isterken blöf yapmadığını söyleyip duruyorum. Daha çok küçük bir çocukken hayatın kötü yüzüyle tanıştığı için hayatı tiye almayı seçen Serdar’ın bu hayatta ciddi olduğu sadece üç konu vardı. İlki ailesinin katilini mutlaka bulup intikamını alacağına dair verdiği söz ikincisi Mete Başkan’ın ölümüne neden olan Yıldırım’ı ne pahasına olursa olsun yakalayacağı üçüncüsü ise Zehra’ya olan aşkıydı. Serdar bu şekilde listesindeki en eski maddenin üstünü çizmeye bu kadar yaklaşmışken babası hakkında bilmediği şeyleri ortaya çıkardı diyerek Lukas’ın hayatını bağışlayacak değildi ya tabi ki intikamını alacaktı hem de bildiği en ironik yöntemiyle. Serdar onu yakarak ailesinin ölümüyle kalbinde yanmaya başlayan yangını söndürmüş oldu. Geçmişinin acılarını, travmalarını onunla yakarak kül etti. Bundan sonra onun için sadece geçmişinin intikamını aldığını bilmenin verdiği huzur vardı. Hele de arabasına bindikten sonra nane şekeri kutusunu olay yerinde bırakması tek kelimeyle muhteşemdi. Serdar bu şekilde geçmişinin tüm hesaplarını ironik bir biçimde kapatmış oldu. Umarım bu intikam ruhunu da iyileştirebilir.
Ailesinin ölmeden önce yaşadığı korku ve çaresizliği onun da yaşamasını istedi ve başardı da. Son anlarında birine sesini duyurabilmek için çabalayan Lukas bizim oğlanın tek bir tuşa basmasıyla yanıp küle döndü diyerek Serdar’ın intikam macerasını bu satırlarla bir sona erdiriyorum. Serdar’ın binadan çıktıktan sonra tam da ailesinin can verdiği şekilde öldürmesi hem mesaj niteliğindeydi hem de ilahi adalet cinsinden 1 hesap kapama şekliydi. Peşinde Alman İstihbaratı varken arka bahçelerinde böyle bir eylem yapmak çok cesurca bir hareketti ama Serdar’ın o anda bunları hesap edecek ruh halinde olmadığı da açıktı. Yalnız düğmeye bastıktan sonra patlamanın Serdar’ın arka planında gösterildiği çekim karesi benim bu bölümdeki en favori karemdi, belirtmek istiyorum. Serdar’ın Bondvari havasının da acayip karizmatik olduğunu söyleyerek tamamlıyorum. Bu yazıya başlarken aklımdaki şey hak ettiği gibi sadece Serdar sahnelerinden söz etmekti ama bu sahneden sonra söz etmem gereken iki önemli sahne daha vuku buldu.
Ne zaman dizinin tek gerçek çifti olan #ZehSer’in ilerleyişi hakkında pozitif yorumlar yapsak aralarında yaşandığını görmeyi çok istediğimiz sahnelerden söz edip bu konuda kendi senaryolarımızı yazıp paylaşmaya çalışsak Çağlar sevgisini abartarak Deniz anticiliğine çevirmiş bir grubun özellikle de #SerCer sevenlerin nefret söylemlerine maruz kalıyoruz. Siz aslında hiç var olmamış bir çifti seviyor olabilirsiniz ancak bu durum size bizim çiftimiz hakkında atıp tutma hakkını vermez. Özellikle de aralarındaki kimyanın zorlama olduğu ve Zehra’nın bu hikayedeki tek görevinin Serdar’ın âşık olduğu kadını unutabilmesi için hayatına sokulan alelade bir kadın İstihbaratçı olduğunu söylemeye. Çünkü bunlar kendilerini inandırmaya çalıştıkları ilkokul seviyesindeki bahaneler. Neyse ki senaristlerimiz #ZehSer sahnelerini istediğimiz gibi yazmasalar da en azından #ZehSer fandomu sonuna kadar savunuyorlar. Böylece deli gibi savundukları teröristin ağzından esas olan #ZehSer olduğunu duyabiliyoruz. Zehra için defalarca onu karşısına alan Serdar’ın Zehra’ya olan hislerini ilk fark eden ve bunu sesli şekilde söylemesini sağlayan Ceren bunu iyi biliyor.
“Serdar, onu bir daha göreceğimi sanmıyorum. Hayatımda sadece bir kere sevildiğimi hissettim ama benim için sadece bir görevden ibaretti. İhanet etmem gereken bir hedefti sadece.
Bunu konuşmanın ne yeri ne de zamanı.
Hayır, bundan daha iyi bir zaman olamaz. Serdar seninle mutlu benimle olduğundan daha mutlu. Değerini bil. Gözünde görüyorum bunu. Sana kendini tamamen teslim ediyor. (…) Serdar’ın ve hayatının değerini bil.”
Zehra ve Ceren Teşkilat’ın başladığı ilk günden beri birbirlerinin “kontrastı” olarak hayatlarını süren iki karakterdiler. Biri terörist diğeri Vatan sever bir kahraman olan bu iki kadının kaderleri Serdar üzerinden birbirlerine bağlanmıştı. Zehra için Ceren hayatı boyunca nefret ettiği her şeyin vücut bulmuş haliydi. Zehra ise Ceren için asla olamayacağı niteliklere sahip olan kadındı; kendisine karşı hep tercih edilecek olduğunu bildiği ve Serdar’ın bir masal kahramanı gibi yüzünde kocaman bir gülümsemeyle anlatmalara doyamadığı kadındı. Ceren ondan her şeye sahip olduğundan ötürü Zehra ise ondan sahip olmadığı her şeyden ötürü nefret ediyordu. Açıkçası bana da fikrimi soracak olursanız birbirinin zıttı bu iki güçlü kadının birbirleriyle savaştıklarını izlemeyi isterdim. Otuz ikinci bölümde Bay X’in peşinden girdikleri alışveriş merkezinin tuvaletindeki kavgalarını çok sevmiştim. Keşke buna ihtimal veren bir sahne yazılmış olsaydı ama bu konuşmanın da #ZehSer açısından bu kavga sahnesi kadar tatmin edici olduğunu düşünüyorum…
Ceren Serdar’ı hiçbir zaman sevmedi ama ailesi bildiği insanları kaybettiğinden beri sevildiğini hissettiği tek yer de onun yanıydı. Serdar da ona hiç âşık olmadı ama onun kendisine gösterdiği sözde şefkate inanarak onunla bir aile kurabileceğini düşündü. Kurduğu bu ailenin içindeki boşluğu tamamlayacağına inanmak istedi. Ceren onu deli gibi arzuladığı bu yumuşak karnından yakaladığı için bu kadar iyi manipüle edebilmişti. Yağmur’un kaçırıldığı bölümde boğazına sarılan Zehra’yı durduran Serdar’ın ona nasıl baktığını gördü. Serdar aile özleminin neden olduğu derin boşluğu bir aile kurma gereği duymadan hatta sevgili bile olmadan onunla kapatacak kadar çok seviyordu, Zehra’yı. Bütün benliğini Zehra’nın ellerine teslim edip ona hissettiği bu büyük aşkın içinde kaybolacak kadar çok seviyordu. Karargâha gelir gelmez Zehra’yı görmeyip üstüne operasyonda olduğunu duyunca endişelenmesi de bu yüzdendi.
“Zehra, dikkatli olun.
Serdar sen Ankara’da mısın?
Evet geldim.
Ne oluyor?
Ne oldu?
Işıklar kapandı. (…) Gelenler var.”
Zehra terör eylemini durdurma operasyonu için karargâhtan çıktığında geçmişinin intikamını alarak ülkesine dönen Serdar’ın sesini duyduğunda yaşadığı mutluluk ve bu defa sevdiği için endişelenen tarafın Serdar olması çok güzel ayrıntılardı. Serdar’ın bunu söylemesine gerek olmadığı halde geri döndüğünü Zehra’ya duyurabilmek için “dikkatli ol” demesi çok hoştu ki birbirlerine dikkatli ol demelerinin bu zamana kadar ifade edilenden başka bir anlama geldiği gerçeğini hala fark edemeyeniz varsa asıl demek istediğinin “seni seviyorum” olduğunu ben belirtmek isterim. Onun sesini duyar duymaz Zehra’nın omuzlarındaki yük birdenbire azaldı. Yüzünü kocaman bir gülümseme kaplayıverdi. Elinden gelse sesini duyduğu anda yanına koşup bir de bırakmamak üzere Serdar’a sarılırdı. Herkese hitap etmek varken sadece Zehra’nın adını zikretmesinin göründüğünden çok daha başka bir manaya geldiğini Halit de anladı ama 1 operasyonun ortasında oldukları için görmezden gelmeyi seçti. Zehra’nın onun adını söylerken tonlamasının değiştiğini ve sesinin yumuşadığını anlamamak için ömrünün tamamını insanlardan uzak geçirmiş olman gerekiyor
“Ceren benim kızımmış.
Başkan’ım ciddi değil, değil mi bu? Gerçek mi bu?
Yıldırım…Yıldırım’ın işi bu?
Yıldırım neden böyle bir şey yapsın?
Sevgilisini benim öldürdüğümü sansın. Kızımı patlamadan önce arabadan alıp beni öldürmesi için yetiştirmiş. Manyak herif. Serdar, Ceren…Ceren benim kızım.”
Serdar’ın karargâha döner dönmez babası hakkında öğrendiği gerçekleri tüm ekiple paylaşmasa da Halit Başkan’la paylaşmayı seçmesine sevindim. Neden ekibin geri kalanının bunu duymasını istemiyor bilmiyorum ama geçmişine araştırıp hiç ummadığı şeyler bulan tek kişi olmaması bakımından paylaşmak için doğru insanı seçti. Serdar hayatı boyunca hayatında bir erkek otorite figürünün varlığına ihtiyaç duydu. Önce babası sonra da Mete Başkan’ın varlığı onun ayakta kalabilmesi gerekli bir yapı taşıydı. Şimdi de babasıyla ilgili öğrendiklerini Halit Başkan’la paylaşarak o boşluğu Halit’le doldurmaya çalışıyordu ama Halit’ten bir Mete çıkmaz. Olsa olsa derdini paylaştığı otoriter amca figürü olur. Buna rağmen Şirket tarafından elinden alınan babasının yasını tutan çocukla Yıldırım tarafından elinden alınan kızının yasını tutan babanın birbirlerinin hayatlarındaki eksikliklere şifa olacak çok fazla ortak noktaları vardı.
Halit Başkan’ın ailesi olarak gördüğü insanlara ve sevdiklerine zarar veren, uğruna canını ortaya koyduğu ülkenin masum insanlarının kanını döken 1 teröristi kızı olarak kabul etmesi imkansızdı. Ama içinde fırtınalar da kopuyordu. Yılarca ölü bilip yasını tuttuğu kızının yaşadığına mı sevsin yoksa kızının inandığı kutsal saydığı her şeye ihanet eden her şeye ihanet eden bir Vatan haini olduğuna mı yansın bilemediği o ruh halini tahmin bile edemiyorum. Bu dünyada olmak isteyeceğim son nokta evladımla ülkem arasında kalmak olurdu. Ülkenin kutsallığı ezmek çok zor.
Bu yüzden her ne kadar Mete Başkan’ın bunu bildiğinden şüphe etsem de babasını bulma konusunda Halit’in ona verdiği destekle babalık testinin sonucuna göre Ceren’in kızı olduğunu öğrenen Halit’e Serdar’ımın verdiği desteğin çok kıymetli olduğunu söyleyerek yazımı tamamlamak istiyorum. Birbirlerinin hayatındaki eksikliklere şifa olacakları gerçeğinin yanı sıra Ceren’in hayatında sevme ve sevilme ihtimalini oluşturan iki erkek olarak düzenlenen bombalı eylemde karşısına çıkanların da onlar olması “İlahi bir müdahale” gibiydi. Kendisine giydirilmiş olan intihar yeleğinin düğmesine basmaya yakın Halit Başkan’ın gözlerinin içine bakarak “Baba ben geldim” dediği sahnede kırk üçüncü bölümün bittiğini hatırlayacak olursanız ölümünün bir sonraki bölüme kaldığı çıkarımını yapmamız hiç yanlış olmaz. Bir sonraki bölümün tam da bu noktadan başlayacağına çok emin olduğumdan da kendimi tekrar etmemek için bu satırlarda ölümünü uzun uzun ele almayı planlamadığımı söyleyip bitiriyorum. Önce vurulsun sonra yorumlayalım…
Haftaya Görüşmek Üzere… Hoşça Kalın…
Yazıdaki fotoğraflar için @CatDoctor_@Dll9120 ve kapak resmi için @orili_sa ‘a teşekkürler…
Deha 9.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.