Bu hafta Teşkilat 11. bölümü için ikinci detaylı değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Teşkilat içeriği gereği Milliyetçilik duygusuna ve Vatan sevgisine dair dış ülkelere karşı takınmış olduğumuz dış politikaları bütünüyle yansıtan bir dizi olması nedeniyle “Milliyetçilik, Vatanseverlik ve Bayrak” konularında derin mesajlar içerdiğini söylemek mümkündür. Ancak içeriğindeki siyasi ve politik içerikli mesajların yanı sıra bu dizi aynı zamanda bütün bu operasyonları gerçekleştiren ve bu uğurda canlarını ortaya koymaktan hiç çekinmeyen ekip üyelerine ait ilişki dinamiklerine ait değişen dengeleri de mesaj niteliğinde veren bir dizi.
O yüzden eğer bu yazıyı okuyorsanız şimdiden içeriğinin operasyonlardan ziyade bölümde dikkatimi çeken ilişki ağlarıyla ilgili olduğunu bilmenizde fayda var. Yazının başlığını neden dört sahne bir aşk koyduğuma gelecek olursam bu bölümde en çok dikkatimi çeken şeyin ikili ilişkiler konusunda kimi zaman sadece birinin kimi zaman da iki karşı cinsin de hissettiklerinin dört sahne eşliğinde ortaya konulmasından kaynaklanmakta.
Hazır konu karşı cinsler arasındaki ikili ilişkilerden bahsetmekten açılmışken bu haftanın başlangıcını Serdar ve Ceren’in “sahte ilişkisiyle” yapayım istedim. Bu sahte çiftin birlikte göründükleri ilk sahne olan gelinlik seçme sahnesi Serdar’ın Ceren’e verdiği tepkiden dolayı izleyicilerin epey bir eleştirisine maruz kalmış.
Serdar hiç beklemediği ve hazırlıklı olmadığı bir anda Ceren’i karşısında gelinlikle görünce kendisine bakakalmış olabilir. Ancak ben bu tepkiden çok da büyük bir anlam çıkartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Zira her kadının gelinlik içinde bir erkeği etkilemesi duygulardan bağımsız bir şekilde mümkündür. Her smokin giymiş erkeğin de ilk bakışta etkileyici görünmesi gibi evrensel bir durum söz konusu. Kaldı ki Serdar hiçbir zaman Ceren’i güzel bulduğu gerçeğini ekipten saklamaya çalışmadı. Hatta Zehra ile konuştuğu bir bölümde onun ne kadar güzel ve zeki bir kadın olduğundan etkilendiğini açıkça da ifade etmişti. Eğer bu gerçeği saklamaya çalışsaydı bu tehlikeli bir sonucun doğmasına neden olabilirdi ama saklamaya çalışmadı. Sonra Serdar’ın Ceren’e karşı korumasının elzem olduğu bir oyunun olduğunu da unutmadan hesaba katmak da gerekiyor. Biz karşımızda gelinlik içindeki nişanlısından etkilenen bir adam görüyoruz ama bunun ne kadarı gerçek ve ne kadarı oyun bilmiyoruz.
Bu yüzden de işi karşısındaki kadının bir karşı istihbarat ajanı olduğunu çözdüğünü kendisine belli etmemeye çalışmak olan bir damat adayını mimiklerinden dolayı yargılamadan önce iki kere düşünmemiz lazım. Üstelik bu adam sevgilisinin karşı istihbarat ajanı olduğunu öğrenmeden önce bütün hayatını onunla geçirmeyi düşlüyordu. Önemli olan karşındaki insana karşı ne hissettiğin değil; bu duygularla ne yapmaya karar verdiğindir.
“Nişanlınız çok güzel, beyefendi. Yüzünden belli içi de güzel.
Dışı sizi yakar içi beni.
Turnayı gözünden vurmuşsunuz, tebrik ederim sizi.
Biraz acelemiz var. Geç kalıyoruz da.”
Kaldı ki bu nişanlılık oyunundan ne kadar sıkıldığı gelinlik dükkanının sahibi olan kadınla arasında geçen bu diyalog sayesinde de açıkça görülüyordu. Ceren yan kabinde gelinlik deniyorken bile Serdar duygularını saklama konusunda gerekli özeni göstermiyordu. Dükkandaki kadın ona nişanlısının güzelliğini överken o büründüğü rolü sürdürmek yerine kadının sözlerini boğazına tıkmayı seçti. Hatta kadını kibarca terslediğini bile söyleyebilirim. Ya “kendini bir de benim gözümden görebilsen” demesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Umarım bunu söylediği sırada iltifat etmediğinin farkındasınız diyerek bir sonraki kareye geçmek istiyorum.
İkinci kare ise akşam birlikte bir restoranda yemek yemeye gittikleri sırada önlerini kesen kimliği belirsiz bir grup saldırganla boğuştuğu sahnede sevgilisinin kafasına dayanmış olan silaha verdiği tepkiydi. Etrafına bakındıktan sonra sokağın ortasında yatan adamın yanına gittiğinde ve arkalarında beliren arabayı gördüğünde Ceren’e “Bu bir tuzak” deyişindeki duygusuzluğu ve Ceren’in kafasına dayanmış silaha rağmen hala kolları arasındaki adamı boğmaya çalışması bir kanıt aslında. İstihbarat söz konusu olmasa Ceren’in yaşayıp yaşamayacağını azıcık da olsa umursamayacağının bir kanıtı. Gerçi bölüm ilerledikçe tüm bunların Kasım’ın yerini öğrenmek için Ceren’in düzenlediği bir oyun olduğunu ve Serdar’ın da bunu başından beri bildiğini öğrendik ama fark etmezdi. Eğer o anda yanında gerçekten umursadığı biri olsaydı Serdar ne yapar eder ellerinden kurtulmanın bir yolunu bulurdu.
Onun yerine rol gereği de olsa sakin kalmayı tercih etti. Bu durumda gelinlik sahnesindeki bir otuz sahneye bakıp Serdar’ın sahte nişanlısı Ceren’e karşı bir zaafı olduğu çıkarımlarını yapmanın hele de bu zaaf dolayısıyla ilerde acaba ekibe ihanet eder mi gibi kötü durum senaryoları düşünmenin hiç gereği yok. Serdar bir zamanlar o kadını sevmiş olsa da kalbi ile devleti, Ceren ile ülkesine hizmeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa daima ona yuva olan devletini ve bu ülkeye hizmet etmenin onurunu tercih eder. Önemli olan da her seferinde bunu tercih edeceğini bilmek. Ama bu sizi ikna etmediyse aralarında geçen bir başka kareye odaklanalım…
Üçüncü kare ise Kasım’ın yerini öğrenebilmek için ona işkence etmenin en iyi yolunun nişanlısı Ceren’ işkence etmekten geçtiğine dair yapmış oldukları zaafına oynama oyunun sonuçlarıyla karşı karşıya kaldıkları sahneydi. Ceren adamlara inandırıcı olabilmeleri için sert davranmaları gerektiğini söylerken eminim ki aklından geçen tam olarak bu değildi. Serdar’ın bir İstihbarat mensubu olarak ağır işkenceye dayanabileceğini hesaba katmıştı da kendisine karşı yapılabilecek bir işkenceyi kaldırabileceğini hiç düşünmemişti. Serdar’ın ona karşı olan sevgisine çok güveniyordu. Ancak bu dünyada insanlara güvenilemeyeceği gibi duygulara da güven olmayacağını acı bir şekilde öğrenmek üzereydi. Serdar’a Kasım’ın yerini söylemediği taktirde kız arkadaşının da ellerinde olduğunu hatırlatmak için ikisini bir odada tek başlarına bıraktıklarında Ceren’in dudaklarından dökülen sözleri konuşalım.
“Hayatımızdan önemli, mi?
Önemli. Devlet sırrı, Ceren. Bizim için önemli bir adamın yerini öğrenmek istiyorlar ama söyleyemeyiz. Biraz daha dayanalım. Zaman kazanalım. Hadi.
Serdar benden kıymetli mi? Benim hayatımdan kıymetli mi? Ne olur, ben ölmek istemiyorum, lütfen”
Ceren Serdar’ın ağzından Kasım’ın tutulduğu yeri öğrenebilmek için onun kendisine olan sevgisini kullanmaya çalışırken hesaba katamadığı tek pürüz ise Serdar’ın bu planı tüm detaylarıyla çoktan öğrenmiş olduğu ve onun canını zerre umursamadığı gerçeğiydi. Planı Ceren’in telefonunu dinledikleri sırada Layel ile arasında geçen bir konuşmaya şahitlik ederek öğrenen Serdar’ın içinde bulunduğu bu durum bana ister istemez Tims&B Yapımı bir başka dizi olan SÖZ’ü anımsattı. O dizinin son sezonunda da Yavuz sevdiği kadınla komutanı arasında bir ölüm kalım seçimi yapmak zorunda kalmıştı. Ve sevdiği kadın onu komutanını seçme konusunda cesaretlendirmişti.
Böyle bir durumda ben olsam ne yapardım diye düşündüm ve şu kadarını söyleyeyim ben de ülkesini bana tercih etmesini isterdim. Bir tek kişinin hayatını kurtararak vatanına, bu topraklarda yaşayan milletine ve şehit olarak bu vatana kanını vermiş atalarına ihanet edeceğine bana ihanet etsin. O zaman ben de göğsümü gere gere bir amaç uğruna ölmüş olmanın gururunu yaşardım. Aksi taktirde bu vatana dair “kutsal” olan her şeye sadece beni kaybetmek istememesi gibi bencilce bir nedenle sırtını dönmüş masumların kanına girilmesine yol veren bir hain ile asla bir işim olmaz. Ondan utandığım için bir daha asla yüzüne bakmazdım. Tabi bu benim düşüncem. Serdar Ceren’in kendisine o kadar yalvarmış olmasına rağmen adamlara kıza işkence yapmalarına neden olacak tarzda cevap vermesi de Serdar’ın benimle aynı düşünce biçime sahip olduğunu kanıtlıyordu.
“Kasım’ın yerini bilmediğimize karar verdik. Üzgünüm.
Serdar çok korkuyorum. Yardım et. Serdar yalvarırım söyle.”
Üstelik Serdar kendisine karşı oynanacak bu oyunu bildiğinden peşlerinde duruma her an müdahale edecek bir tim olduğunu bilmesine rağmen erkenden gelip kendisini ve Ceren’i kurtarmalarını istemedi. Ceren’in tırnağına çivi çakarak işkence yapmaya başladıklarında -ki gerçekten de en acılı işkence biçimlerinden biri- Kasım’ın yerini söyleseydi adamlardan hiçbiri Serdar’dan şüphe etmezdi. Nişanlısını kurtarmak için istediğimiz bilgiyi verdi diye düşünüp onları serbest bırakırlardı ama Serdar özellikle gözlerinin önünde kazdığı çukura kendisi düşen Ceren’i işkence görürken izlemeyi seçti. Nişanlısının başına ancak silah dayandıktan sonra Kasım’ın yerini söylemeye ikna oldu. Eğer bu da Serdar’ın seçimini devletine bağlılıktan yana kullandığının bir kanıtı değilse bunu başka ne kanıtlar hiç bilmiyorum. Göstermese de Ceren’in işkence çektiğini ve canının yandığını izlemekten zevk aldı.
“Ceren bana bak. Seni çok seviyorum. Senin cesaretine hayranım. Aşkım ne olur!”
Bu cümleleri söylerken aslında aylardır yüzüne bakarak dalga geçen bir kadınla dalga geçme sırasının kendinde olduğunu düşünüp içinden gelmeyerek söylediğini hepimiz açık ve net bir şekilde biliyoruz. Gelelim son kareye… Serdar kafasına silah dayanmış nişanlısını kurtarmak için Kasım’ın yerini kendilerini kaçırmış olan bu adamlara söyledikten sonra onu bayıltana kadar dövüp sonra da metruk bir yerde terk etmeleri emrini veren Ceren’in hiç beklemediği bir anda kendilerini kurtarmaya gelen PÖH kuvvetleriyle karşılaşmasından sonra binanın önünde sarıldıkları sahneden bahsediyorum. Serdar’ın onu kucaklayıp endişelenmiş bir ses tonuyla kendisine:
“Sevgilim, iyisin değil mi? Çok canını yaktılar.
Seni öldürecekler sandım.
Merak etme. Daha uzun süre beraberiz. Bana kızgınsın biliyorum ama merak etme hepsi cezasını buldu.”
Bu sahnede birbirleri için endişelendiklerini söyledikleri her kelime aslında kocaman bir yalandan ibaret. Üstelik aralarındaki ilişkinin nefretle harmanlandığı birbirlerine sarıldıklarında yüzlerinde beliren öfke, umursamazlık ve de nefret şekillerinden de belli oluyor. Ne Serdar canını ne kadar yakmış oldukları gerçeğiyle ilgileniyor ne de o nişanlısının ölme ihtimalinden korkuyor. Serdar’ın yüzüne baka baka “Merak etme. Daha uzun süre beraberiz. Bana kızgınsın biliyorum ama merak etme hepsi cezasını buldu. Hepsi geberip gittiler” demesi bile aslında ona göz dağı verme çabasından ibaret. Serdar’ın yüzüne baka baka bu kelimelere vurgu yaparak konuşması benim çok hoşuma gitti. Serdar’ın kelimelerle oyununu benim kadar seven var mı açıkçası merak ediyorum.
Ülkesinin, bayrağının ve milletin iyiliği için sürdürülen sahte bir ilişkiden söz ettikten sonra yavaş yavaş hikayesini yazmaya başlayan karşılıklı bakışmalara dayanan gerçek bir ilişkiden söz etmenin vakti geldi de geçiyor. Şimdilik sadece fanlarının dilinde olan ama her geçen bölümde varlığını daha da fazla hissettirmeye başlayan #ZehSer ilişkisini bölüm bazında ele alırsak Ceren ile olduğu gibi aralarında uzun uzun diyaloglar geçmedi belki ama çok daha fazla anın yaşandığına gözlerimle şahit oldum. Ancak bu anların her birinin ayrıntılı bir şeceresini çıkarmak mümkün olmadığından sadece dört sahneyle sınırlandırma şartıyla aralarındaki hislerden söz etmek istiyorum.
Serdar ve Zehra etkileşimlerinde benim en çok dikkatimi çeken ayrıntı, bu anların genel olarak Ceren ile yaşanan sahnelerden hemen önce ya da hemen sonra gerçekleşiyor olmalarıydı. Açıkçası ben bu durumun bilinçli bir şekilde yapıldığını düşünüyorum. Öğretmenimin de dediği gibi “bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun onu aksiyle yansıtmak olduğu” prensibinden yola çıkarak Serdar’ın başlarda aşk zannettiği sahte ilişkisiyle Zehra ile kurmuş olduğu gerçek bağ arasındaki farkın izleyiciler tarafından da hissedilmesi için yapılan bir strateji bu. Bu çiftin hakkında yorum yapmak istediğim ilk sahnesine gelecek olursam Serdar’ın gelinlik alış-verişinden hemen sonra karargâha döndüğünde Zehra ile konuştuklarının içeriğinden söz etmem gerekir.
“Ne yaptık… işte gelinlik baktık falan.
Beğenebildiniz mi güzel bir şey?
Beğendi kendisi. Sorma, o kadar heyecanlıyım ki evleneceğim diye. O kadar olur yani. Ne diyeceğim benim nikah şahidim olur musun?
Çok isterim ama boşanmış insanları nikah şahidi olarak tercih etmiyorlar genelde. Mutsuzluk getirir diye bir anlayış var. Gerçi sizin evliliğiniz her türlü mutsuz bir evlilik olacak gibi geliyor bana.
Tabi sen de mutsuz evlilik uzmanı olduğun için.”
Serdar ister gelinlik bakmak olsun isterse de göstermelik bir evlilik yapmak olsun, bu konularla ilgili hiçbir şeyi ciddiye almazken bu işe “nikah şahidi” adı altında devamlı olarak Zehra’yı da dahil etme çabası gözümden asla kaçmadı. Daha önce de evlilik konusunda ve düğün davetiyeleri konusunda Zehra’ya takılıp durmuştu.
Nasıl ki Zehra onun hayatı için endişe edip Ceren’le evlenmeyi kabul etmesini gereksiz bir risk olarak görerek bulduğu her fırsatta müstakbel gelini ve evlilik kararını eleştiriyor, aynı şekilde Serdar da bulduğu her fırsatta konuyu dönüp dolaştırıp Zehra’nın bitmiş evliliğine getirmeyi bir şekilde başarıyor. Bana soracak olursanız Zehra’nın “evlilik” fikrinden bu kadar çok rahatsız olmasının altında ekip arkadaşının hayatı için endişelenmekten çok daha fazlası var. Serdar içinde durum çok farklı değil. Konuyu dönüp dolaştırıp eski eşe getirmesinin altında kendi evlilik konusunu geçiştirmeye çalışmaktan çok daha fazlası var. Bence evliliğinin genel hatlarını, bitmesinin nedenini hatta adamın nasıl biri olduğunu bile merak ediyor. Daha erken olduğunu düşünmesem önceki evliliğini kıskanıyor diyeceğim ama şimdilik sadece merakını cezbettiğini söylemekle yetiniyorum.
“Komik değildi.
Tamam ya özür dilerim.
Ya ben seninle atışmayı seviyorum o yüzden.”
Bu sahnenin devamında biten evliliğinin “mutsuz bir evlilik” olduğunu ima eden tavrı yüzünden Zehra’dan özür dileme çabası, gülümserken bir anda mimikleri ciddileşen Zehra karşısında bir çocuk gibi yüzünün asılması ve hatta omuzlarının düşmesi ve son olarak da “seninle atışmayı seviyorum” itirafı aslında benim için bariz olan bir durumu tüm izleyicilerinde anlayabileceği kadar açık bir hale getiriyor. İnsan en çok kiminle atışmayı sever? Tabi ki sevdiği, aralarında bir bağ olduğunu ve bu yüzden de kendisine nazının geçtiğini düşündüğü insanla atışmayı sever. Hatta kendisi için kıymetli olduğu düşüncesiyle onun da kendisine naz yapmasına razı olduğu insanla en çok atışmaya girer. Karşı cinsler arasındaki her kavga aslında kavga değildir. İnsanlar bazen birbirlerini çok iyi tanıdıklarında da birbirleriyle kavga ederler. O henüz yüzeye çıkmasına müsaade edilmeyen kimya ve uyumun bir nişanesidir aslında. Serdar-Zehra arasındaki mevcut durumda bu kimyanın bastırılmasından kaynaklanıyor.
İkinci kare geçecek olursam söz konusu Zehra ve Serdar olduğunda aslında çok fazla uzağa bakmama gerek olmadı. Kasım’ın yerini öğrenebilmek için Ceren’i de onunla birlikte kaçıracaklarına dair planı öğrendikten hemen sonra Serdar’ın onu konuşturabilmek için Ceren’e de işkence yapılacağını anladığı sahnede gözlerini kapatıp o an için Ceren’e nasıl işkence ettiklerini hayal edip gülümsediğine tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. Zehra ile Ceren farkının ima edildiği ve benim dile getirmekten hiç usanmadığım kontrast da tam olarak bu anda gerçekleşti.
Belki kelimelere dökülen bir diyalog yoktu ortada sadece kaçırılacağına dair bir plan yapıldığını öne süren Uzay’a çıkarımının bir resme bakması gerçeğine dayanması nedeniyle bir tahminden ibaret olduğunu söyleyerek takılan bir Serdar vardı. Ama bu Serdar’ın Ceren’in yanındayken mimikleri bile yalan söylerken Zehra’nın yanındayken şakacı bir adam olması hele de Zehra’ya göz kırparak onu da bu şakalaşmaya dahil etmesi hem en doğal halini hem de bir şeyleri paylaştıklarını kanıtlıyordu. Serdar kendisine göz kırparken ve Uzay’ın masasından bilerek yürüttüğü kalemi kalemliğine atarken Zehra’nın gülmemek için kendini zor tutması, onun gibi operasyonlarında ciddiyet isteyen bir insan için fazlasıyla samimi bir sahneydi. Üstelik zorlama değil; aksine organik bir sahneydi.
Aralarında Uzay üzerinden yaptıkları bu paslaşmalara ve mimikleri arasındaki paralelliklere bakarak aralarında samimi, içten ve en önemlisi de organik bir şekilde gelişmeye başlayan bir ilişkinin olmadığını düşünenler ya kör ya da inkâr aşamasındadırlar demek istiyorum. Çünkü ortak bir şakaya gülebilmek için insanların bir şeyleri de ortak paylaşıyor olmaları gerekir. Serdar ve Zehra arasında saha operasyonları sırasında gelişen bu paylaşımlar daha sonra onların ortak bir “inside joke” konusunda buluşmalarına neden oldu.
Gelelim üçüncü kareye… Dedim ya bu bölümde özellikle Zehra ve Ceren arasındaki farklılıkları gösterebilmek için sahnelerini genellikle peş peşe yayınlıyorlar diye. Üçüncü karede o peş peşe anlardan biri aslında. Ceren’in kayıp Türk ajanlarının peşine düştüğü haliyle de Uzay’ın eşi Ebru ile arkadaş olmaya ve onu konuşturmaya başladığı sahneden söz ediyorum. Ekip onun insanlarla bağ kurma ve özel hayatlarına çok çabuk sızabilme özelliğini hayretler içinde izlerken konunun bu İstihbarat elemanlarından birinin kızına geldiği andaki gerginlik üzerinde durulması önemli bir sahneydi. Zira hem söz konusu kızı olduğunda Zehra’nın nasıl bir kaplan kesildiğinin hem de söz konusu çocuklar olduğunda Serdar’ın nasıl bir hassasiyet gösterdiğinin kanıtıydı.
“Madem bütün ailelerin şüpheleri var. O zaman onlarla da konuşalım. Konuş yani. Küçük bir kız var demiştin, adı Yağmur muydu? Annem ölmedi demişti sana.
Aslında doğru söylüyorsun, biliyor musun? Yağmur’la tekrar konuşabilirim. Belki bu sefer konuşur benimle.
Ben her zaman arkandayım. Sen çok güçlü bir kadınsın, iyi bir gazetecisin. Yağmur’un numarası var mı sende? Ne yapacaksın?
Arayacağım. Ben senin özel asistanım artık.”
Serdar karşı istihbarat ajanı olduğunu öğrendiğinden beri bir tuzağa çekmek için olmadığı sürece kendi rızasıyla Ceren’i hiç aramadığı dikkatinizden kaçmamıştır. Ama bu sefer hem Zehra’nın hem de Yağmur’un güvenliği için konu arada kaynayıp gider umuduyla çözümü Ceren’i aramakta buldu. Bu sayede Yağmur üzerinde yoğunlaşan konuşma atmosferinin dağılacağını umut etti ki haklı da çıktı. O yüzden Serdar’ın söz konusu Yağmur olduğunda içgüdüsel olarak onu korumaya şartlanmış olması benim çok hoşuma gitti. Bulduğu çözüm belki kesin bir çözüm değildi ama aklına gelen ilk çözümdü. Ve aklına gelir gelmez de uygulamaya koymuş olması çok anlamlıydı. Ve Ceren ile konuşurken gözlerinin dehşete düşmüş kızı için endişelenen Zehra’ya kayması da aslında bir ipucu.
O yüzden Zehra’nın operasyonlar konusunda ilk defa aklıyla değil de kalbiyle hareket ettiği bir sahneyi görmek beni çok derinden etkiledi. Serdar’a Ceren konusunda göz dağı verdiği sahne hiç kuşkusuz bölümün en gerilimli ve cool sahnelerinden biriydi. Sanırım yakında bu ekipte Ceren’i öldürmek konusunda istekli olmayan hiç kimse kalmayacak. Uzay eşi için Zehra kızı için Hulki babası için Serdar da babası gibi gördüğü adam için yapacak. Ve kendisinden bahsetmeye devam etmek istediğim kareye dönecek olursam…
“Eğer bu kadın kızıma bir şey yaparsa ona gelinlik değil; kefen giydiririm, Serdar.
Hiçbir şey yapamaz. Merak etme, ben buna izin vermem. Zehra.”
Söz konusu kızı olduğunda ne kadar ciddi olduğunu Serdar ile konuşurken ona dokunarak göstermesi, gözlerini kaçırmadan ve hiç kırpmadan “Eğer bu kadın kızıma bir şey yaparsa ona gelinlik değil; kefen giydiririm” demesi durumun ehemmiyetini gözler önüne sermeye yetiyordu ama benim bu sahnede asıl üstünde durmak istediğim hassasiyet Serdar’ın Yağmur konusundaki hassasiyeti. Ailesini erken yaşta kaybetmiş biri olarak Berlin’de kendi gibi babasını ırkçılığa kaptırmış çocukla nasıl bağ kurduğunu gördük. O yüzden Serdar için özellikle de çocuklar konusunun çok hassas olduğunu söylememe gerek yoktur diye düşünüyorum. Söz konusu Yağmur olduğunda ise bu hassasiyeti daha da kuvvetli bir koruyuculuğu peşinde getiriyor. Bugüne kadar Serdar’ı operasyonlar söz konusunda epey ciddi bir tavır takınmış bir şekilde görmüş olabiliriz ama bana sorarsanız Zehra’ya “Hiçbir şey yapamaz. Merak etme, ben buna izin vermem” dediği andaki kadar hiç ciddi olmamıştı.
Başka bir deyişle demek istediğim doğum gününde annesinin onu ne kadar özlediğini bilen ve Zehra ile Yağmur için bir kuralı çiğnemeyi göze alan Serdar’ın söz konusu olan o küçük kızı Ceren’den korumak olduğunda hiçbir tereddüt etmeksizin Ceren’in canını alabileceğine adım kadar emin olduğumdur. Zehra’nın gözlerinin içine bakıp kıza bir şey olmasına asla izin vermeyeceğine dair verdiği söz, hayatında vermiş olduğu en ciddi ve en içten söz olabilir. Kim bilir belki de Serdar ve Zehra’nın #ZehSer olma yolculuğunun kilidini açacak olan anahtar “Yağmur hassasiyetinde” yatıyordur. Belki de onları bağlayan şey, çocuklar konusundaki ortak hassasiyetleridir.
Gelelim dördüncü kareye… Ekip Uzay’ın öngörüleri doğrultusunda Ceren’i Kasım’ın nerede olduğu konusunda kandırmayı başardıktan ve Layel de bu sayede yemi yuttuktan sonra Serdar’ı sıkıştırıp işkence yaptıkları yere düzenlenen polis baskınından söz ediyorum. Serdar’ın olduğu kadar Zehra’nın da onun canı için endişelenmesi.
Kasım’ın kaldığı adresi öğrenebilmek için konuşmayacağını bildiği halde Serdar’ı bütün gece adamlara dövdüren Ceren’in aksine bunların bir kurmaca olduğunu ve kendi planları olduğunu bildiği halde PÖH olay mahalline varıp Serdar’ı onların elinden aldıklarını görene kadar gerginlikten elini kolunu nereye koyacağını bilmeyen Zehra’nın onu sapasağlam görünce rahatlaması o sahnelerden biriydi. Şu kısacık zaman diliminde sadece Serdar’ın değil; aynı zamanda Zehra’nın da onun yaşamı için endişelenecek kadar yoğun hisler geliştirdiğinin belki de en büyük kanıtıydı şu kısacık an. Zehra karargâhtan bir operasyonu izlediğinde ya da yönettiğinde her daim sakinliğini ve soğukkanlılığını korumayı başaran bir ajanken bu planın onda neden olduğu gerginlik sizde de soru işaretlerine sebep olmadıysa sanırım insanları okumak ve hislerini anlamak konusunda sandığınız kadar iyi değilsinizdir.
Sonuç olarak söz konusu olan Serdar ve Zehra olduğunda daha birçok kareden söz etmek mümkün. Operasyon için Paris’e gittiklerinde Serdar’ın uzun bir süre Zehra’ya süzdüğü sahne, Serdar ve Zehra’nın ortak çabasıyla Layel’i ele geçirdikten sonra kendilerine Fadi’yi vermesi için onu ikna etme konusunda ortaklaşa çalışmaları ve de en güzeli ya da benim favorim demek daha doğru olur; Layel’i kullanıp Fadi’ye ulaşma konusunda operasyonu bir minibüsün içinden birlikte yürütürken Fadi’yi kabzasına zehir sürmüş oldukları kılıca dokundurmak konusunda istediklerini alamayınca Layel’in ona ihanet ettiğini kanıtlayarak kafasını kesmek için kılıcı kabzasından kavrama hareketini yapmasına ve bunun da doğal bir sonucu olarak zehirleme operasyonunu başarıyla tamamlanmasına şahitlik edip birbirlerine bakarak gülümsemeleri, Serdar’ın Fadi’yi önce vurup sonra da patlatmak istediğine dair yorumlarda bulunduğu karargâhtaki toplantı odasındaki bakışmaları vb. daha birçok sahneden de söz edilebilir.
Evet söz konusu birlikte geçen dakikalar olduğunda işkence sahneleri nedeniyle Ceren ile daha uzun diyalogları olabilir ama söz konusu bir bağı paylaşmak olduğunda Zehra ile diyaloglara değil sadece bakışmalara ihtiyacı var. Değil Ceren ile kurduğu uzun uzun diyaloglar yan yana geçirdiği sahnelerin uzunluğu bile sadece bakışarak Zehra ile kurduğu organik ve derinden bağla boy ölçüşemez diyerek Serdar ve Zehra kısmını kapatıyorum.
Gürcan ve Pınar arasında bir ilişki olabileceğini düşünen ve haklarında #PırGür hashtagları açan belli bir seyirci kitlesiyle hemfikir bir izleyici olarak bu ilişkideki en büyük sorunun Pınar olduğunu söylemeden edemeyeceğim.
Söz konusu Zehra olduğunda onu duygulandıran, öfkelendiren ve hatta moralinin düşmesine neden olan şeylerin neler olduğunu tahmin etmek duygusal dünyasının pencerelerini aralamak o kadar zor değil. Ancak söz konusu Pınar’ın iç dünyası olduğunda geçmişi ve bağlantıda olduğu insanlar konusunda hiçbir şey bilmediğim için onun duyguları hakkında gerektiği kadar detaylı bir yorum yapabilmek mümkün olmuyor. Neyse ki #PırGür hashtaginin diğer yarısı olan Gürcan bu ekipte duygularını yüzünden okuması en kolay insan. Bunun nedeni çok genç yaşta annesinin başına gelenlerden dolayı büyüyememiş bir çocuk olmasından mı yoksa sıradan bir insan olduğu yani ajan olmadığı için duygularını saklama ihtiyacı hissetmemesinden mi bilmiyorum ama şimdilik bu ilişkinin platonik tarafı olan Gürcan hislerinin kendini açık ettiği dört kareden söz edebilirim…
İlk kare Fadi’ye ulaşmanın bir diğer yolu olarak geçen hafta Kasım’ın ağzından varlığını öğrendikleri oğlu Amir’e yaklaşmak için çıkacakları Paris görevinden önce Pınar’ın ve ilk yurtdışı görevine çıkacak olan Gürcan’ın “Paris” üzerine yaptıkları konuşmaydı. Açıkçası benim için Paris hiçbir zaman bir aşıklar şehri olmadı ama lanse edilen ününe rağmen bir katliamlar şehri olduğunu da bilmiyordum. İtiraf etmeliyim ki çok şaşırdım. Ama bu konuşma sayesinde sadece özünde bir katliam şehri olduğunu değil; aynı zamanda Pınar ve Gürcan’ın temelde ne kadar farklı iki insan olduklarını da keşfetmiş oldum. Gürcan kadınlar ve ilişkiler konusundan anlamamasına rağmen tam bir romantik Pınar ise o çıtı pıtı görüntüsünün aksine aklının sesini dinleyen bir mantık insanı.
“Paris’e gidiyoruz. Aşıklar şehrine.
Balayına gitmiyoruz, Gürcan. İşe gidiyoruz.”
Pınar ile kendi adının aşıklar şehri olarak adlandırdığı Paris’le aynı cümlede geçmesi bile Gürcan’ı bir çocuk gibi heyecanlandırmaya yetiyor. Sesindeki heyecan ve yüzündeki gülümseme bile düşüncelerini anlatmaya yetiyor aslında. Pınar da bu denli mantığının sesini dinleyen bir insan olmasaydı belki Gürcan’ın kendinden hoşlandığını anlayabilirdi. Belki anladı da anlamamazlıktan geldi kim bilir. Gürcan’ı sadece garip bir çocuk olarak nitelendirip o şekilde kabul etmiş bile olabilir. Umutsuz romantik Gürcan’ın Paris operasyonunu ikisinin yalnız gidecekleri bir randevuya çevirme çabası her seferinde “Pınar” engeline takıldı.
“Romantik bir şehirmiş öyle diyorlar. Sokaklar, binalar, kafeler falan…
Uydurma bunların hepsi, inanma. Günümüz Paris’ini Napolyon inşa ediyor. Şöyle anlatayım: Paris’teki bulvarlar tek bir meydana çıkıyor. Meydanın etrafını da altı katlı binalarla çevriliyorlar. Neden biliyor musun? Herhangi bir ayaklanma olursa insanları çabucak katledebilsinler diye. Şöyle anlatayım: Bulvarlara topları yerleştiriyorlar ki insanlar top atışlarıyla birlikte ölsünler diye. Yani Paris mimarisinin önceliği bu”
Gürcan’ın romantizm şemsiyesi altında her şansını deneyişinin Pınar’ın gerçekçilik engeline takılması sayesinde hem Pınar’ın gözünden aşıklar şehri ününe sahip Paris’in mimarisi hakkındaki gerçeklerini öğrenmiş hem de Gürcan’ın ondan bir randevu koparabilmek için yarattığı her fırsatın gene Pınar tarafından kabul etmesi çok zor bir gerçeklikle yüzüne kapatıldığını seyretmiş oldum. Katliamdan bahsedildikten sonra değil Gürcan gibi acemi bir aşığın Serdar gibi kadınları etkileme konusunda uzman bir adamın bile romantizmden söz etmesi imkânsız olurdu. Aralarındaki zıtlıkları göstermek ve kadın-erkek kalıplarını yıkmak konusunda dizinin senaristleri tebrik etmek lazım diyerek devam ediyorum. Eiffel konusunu hiç açmıyorum bile. Ancak söylediklerinin içeriğinin şiddet dolu yapısına rağmen Pınar kendisine bir şeyler anlatırken yüzü hala gülebiliyorsa bilin ki bunun tek nedeni bu kıza şapşallık seviyesinde âşık olduğu ya da henüz derinliğinin farkına varmamış olduğu hisler beslediği içindir.
Gelelim ikinci kareye… Paris’e geldikten hemen sonra karargâhtan çıkmış olmayı fırsat bilerek kaçma planları yapan Gürcan’ın Paris operasyonu sırasında Pınar ile yalnız kaldıkları o kısa andan söz etmemek olmaz. Daha ilk sahnesinde duyguları konusunda utangaç ve Pınar’ı gördüğü anda iki kelimeyi bir araya getirerek anlamlı bir diyalog kurmaktan aciz olan Gürcan’ın Pınar’ın koltukta hemen karşısına geçip içinden geçenleri anlatması bana hiç inandırıcı gelmemişti ki haklı da çıktım. Sahne Gürcan’ın ona söylemeyi hayal ettiği ama söyleyecek cesareti bulamadığı her şeyi ortaya döktüğü bir sahne olması nedeniyle gerçek olmadığı halde üstünde durulacak kadar önemli bir sahne ama gerçeğini bu kadar cesurca dile getirememiş olması da çok yazık.
“Bana karşı olan hislerinin farkındayım, Pınar. Ben de senden hoşlanıyorum. Gidelim buralardan, Maldivler olur, Bora Bora olur. Nereye istersen. Benim çok param var. Hayatımızın sonuna kadar yeter. Her şeyi bırakıp gidelim. Ne dersin?”
Bu monolog sayesinde dikkatimi çekti de Gürcan da kendi içinde hisleriyle savaş halinde aslında. Pınar’ın ona karşı hissettiğini düşündüğü hisler önce bir hoşlanma olarak başlamıştı. Zaman ilerledikçe Gürcan bu duyguları sevgi en son da ona âşık olduğu boyutuna kadar taşıdı. Halbuki kendi duyguları konusunda aynı özen ve abartılı tavrı takınmadı. Hatta hissettiği duyguları kendine aşık bir insandan hoşlanma lütfu olarak “küçümseme” yolunu seçti. Aslında Pınar’ın kendisine âşık olduğuna dair beyanı onun duygularının bir yansıması. Şimdi ise Pınar ile doğrudan konuşmayıp sadece hayal ediyor olması bile derinlerde bir yerde bunun doğru olduğunu bildiğinin ve karşısındaki kızın duygularından iddia ettiği kadar emin olmadığının bir kanıtı. Keza kimse daha yeni tanıştığı ve sadece hoşlandığını iddia ettiği insanın kendisiyle birlikte kaçıp kendine yeni bir hayat kurmasını hayal etmez.
“Efendim, Gürcan.
Mesela âşık oldun ama çok. Öyle böyle değil.
Eee, Gürcan.
Sevdiğin adam sana dedi ki bu arada o da sana çok aşık. Gel benimle bırak bu hayatı. Sıfırdan seninle yeni bir hayata başlayalım. Gelir misin? Yani gider misin onu diyen adamla?
Gürcan sen bana bir şey mi demeye çalışıyorsun?”
Bu diyaloğa gelince de gönül isterdi ki bütün bunları bir varsayım olarak değil; Pınar’ın gözlerinin içine baka baka söyleyebilsin ama belli ki söz konusu kalbi olduğunda açılma konusunda Gürcan da o kadar iyi değil ya da daha önce hiçbir kadına açılmamış olduğundan tecrübesiz ve acemi. Sevdiğin adam da sana aşık derken bilinçaltında kalmış bütün duygularını da ortaya dökmüş oldu ama kendisinin bile bunun farkında olduğunu sanmıyorum. Asıl sorun yaptığı işi ve vatanına hizmet etmeyi bu kadar seven bir istihbarat ajanıyla hükümetlerin varlığını reddeden bir hacker’ın gelecekte gerçekleşmesi mümkün ilişkisinde hangi tarafın taviz vermeye yanaşacağında. Zira şu anda ne Pınar’ın bu vatan ve millet uğruna canını ortaya koymaktan vazgeçeceği var ne de Gürcan’ın bütün bu olan bitenlerden uzakta normal bir hayat sürdürme hayalinden vazgeçeceği var. Bakalım hangisi taviz verecek?
Pınar’ın gözlerine bakarak “Gel benimle bırak bu hayatı. Sıfırdan seninle yeni bir hayata başlayalım. Gelir misin?” dediğini görünce bütün varsayımları bir kenara bırakıp duygularını açıklayacak diye düşündüm ya da en azından o Gürcan’ın kendine karşı bir şeyler hissettiğini anlayacak diye düşündüm ama ne yazık ki Hakkı tam zamanında gelip anının bütün büyüsünü bozdu. Ve bütün soru işaretleri havada asılı kaldı.
Gelelim üçüncü ve dördüncü karelere… İkisini birlikte dillendiriyorum çünkü üçüncü kare aslında içeriğinde öyle uzun uzadıya bahsedebileceğim bir diyalog içermiyor. Sadece kısa bir an ama Gürcan’ın hissettiklerinin ortaya çıkması ve anlaşılması için yeterli bir an. Etrafında dolanmayı bırakıp anın kendisine gelecek olursam Pınar’ın Fadi’ye ulaşıp onu zehirleyebilmeleri için -ki onun gibi bir adamın öldürülmesi çok dikkat çekermiş- herkesten gizlemiş olduğu oğlu Amir’in medya kuruluşunda işe girmek adına giyinip süslenmiş olduğu sahneye Gürcan’ın verdiği tepkiden söz etmek istiyorum. Gürcan da olmasa ekiptekilerin duygularını açık edecekleri yok.
Bu an içinde Hakkı Dayı olmasaydı daha mı iyi olurdu yoksa o olduğu için mi bu kadar etkileyici emin olamadım. Ama Pınar süslenmiş bir şekilde merdivenlerden indiğinde kendini tutamayıp “Vaov” deyip sonra da toparlamaya çalışması epey komikti. Hele de tepkisinin dijital paranın yükselmiş olmasına olduğunu söylemesi daha da komik. İngilizce ve genç jenerasyona ait bir beğenme tepkisi olduğundan Hakkı anlamadı ama anlamış olabileceğine dair ufacık bir şüphe bile Pınar’a olan ilgisinin anlaşılmaması için konuyu başka yöne döndürmeye çalışmasına yetti. Pınar’ın yüzündeki tepkiyi görünce bu sefer anladı diye düşündüm ama o da fark etmemiş. Merak ediyorum da bu kızın nasıl daha önce hayatında biri olmuş zira gözünün önündeki bariz olanı bile göremiyor yoksa o birisi kalbini mi kırdı da kendini gelen her türlü sinyale kapattı. Sanırım bu ilerideki bölümlerde açıklığa kavuşacak.
Dördüncü kare ise önce Paris operasyonu sırasında kullandıkları mekânda daha sonrasında da iş görüşmesinin yapıldığı odada Pınar’ı Amir’den tavrından rahatsız olduğunu belli eden “kıskançlık” sahnesi. İletişim stratejileri pozisyonu için yapılan iş görüşmesi için lobide beklediği sırada kendisini güzel bulduğu için ilgi gösteren Amir’in Pınar’a karşı takındığı bu sıcak tavrın yanı sıra daha yeni tanışmışken “Bu kadar güzel birini beklemiyordum” diyerek iltifat etmesini hem görmek hem de dinlemek zorunda kalan Gürcan’ın diyaloğu:
“Resmen yürüyor herif.
Ne?
Adam Pınar’a yürüyor, Hakkı Dayı.
Etkilenmesi iyi. Adamın bilgisayarına, telefonuna yerleşmek daha kolay olacak.
Öyle zaten. Öyle planlamıştık ama o zaman bu kadar şey gelmemişti. Yani şey işte… Planlar hayata döndüğünü görünce şey oldum.
Ne oldun?
Şey oldum işte.”
O kendini tam olarak açıklayamasa da biz bunun bir kıskançlık olduğunu biliyoruz. İnsan ancak ilgi duyduğu ve birtakım duygular beslediği insanın ilgisini ya da karşı cinsle olan etkileşimlerini kıskanır diyerek Pınar ve Gürcan ilişkisine dair yapmakta olduğum irdelemeyi tamamlıyorum. Söylemeliyim ki bu çiftler arasında en çok Gürcan’ın duygularını ifade etmeye çalışırken zorlanmadım. Zira kendisi boynuna “Ben Pınar’a aşığım” yazan bir tabelayı asmış olsaydı ya da alnına Pınar’ın adını kazıtmış olsaydı ancak bu kadar dikkat çekebilirdi. Havalimanlarında kim suikastçıdır kim değildir ayrıt etmeyi sağlayan yılların tecrübeli takipçisi Hakkı bu işe hala nasıl uyanamadı?
Son olarak baba olma fikrine her geçen bölüm daha fazla alıştığının sinyallerini veren Uzay’ı sadece riskli ama zekice kurgulanmış planlar yaparken değil; aynı zamanda yaşayan, nefes alan ve duyguları olan bir insan evladı olarak da görmekten büyük zevk aldığım bu bölümde yan yana gelmedikleri için kendilerinden bahsedemediğim tek çift olarak Ebru ve Uzay aşkının bu kadar içten ve bu kadar büyük olmasından da çok etkilendiğimi belirtip biri sahte biri yaklaşan gelecekte her an gerçekleşmesi mümkün olan ve şimdilik sadece platonik seviyede kalan bu ilişkiler bazında hazırladığım yazıdan tatmin olduğunuzu umut ederek yazıyı burada noktalıyorum. Umarım bu ilişkiler hakkında ileride söyleyecek daha çok şeyimiz olur…
Bölümün diğer yazısını okudunuz mu? TEŞKİLAT – Ah Paris Ah…!
Göz atmanızı öneririz: Teşkilat Bölüm Yorumları