Teşkilatın bu haftaki reytingleri Total: 8,43 reyting, ABC1’de 9,55 reyting ile birinci, AB’de 9,26 reyting ile 2. Bölüm değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Bölüm geçen haftakinin kaldığı noktadan yani Serdar ve Zehra’nın İsrail’de olmasına fazla güvenen Ariel’i burnunu bile çıkarmadan gizli evinin bir odasında saklanırken #ZehSer tarafından bulunup yakalanmasıyla başladı. Üç hafta önce esir aldığı Zehra’ya çeşitli işkenceler yapıp onu konuşturma konusunda çok iddialı olan Ariel’in Türk İstihbaratı tarafından infaz edileceğini anladığı an ayaklarına kapanıp canı için yalvarması özellikle de uğruna sondaj gemisini patlatarak içindeki masum Türk mühendisleri öldürttüğü bilgiyi kendi canı için pazarlık malzemesi olarak kullanması beni hiç şaşırtmadı. Zira onun gibi teröristlerin ne prensibi olur ne de uğruna ölecek kadar bağlı oldukları bi kutsalı.
Onlar her şeyi kazandıkları para ve yaptıkları yıkım üzerinden değerlendirdikleri için söz konusu maddiyat dışında değer verdikleri tek şey olan canları olduğunda değil iş birlikçilerini ailelerini bile satabilirler. Çünkü onların sadakati bir kuruma bir millete ya da bir bayrağa değil; sadece kendilerinedir. Bu yüzden de daima yalnız ölmeyi hak ederler. Kaldı ki bu tiplerin çoğu birlikte çalıştıkları insanlar tarafından ihanete uğrayarak ölüm tuzağına düşerler. Tabi bu ihanet durum Ariel için geçerli değil. Ariel ölürken yalnız değildi yanında öldürttüğü mühendislerin intikamını almaya söz vermiş MİT mensupları yani İsimsiz kahramanlarımız vardı ama o kadar ileriye gitmeyelim, her şey sırayla.
Verileri alabilmek için gemideki Türk Mühendisleri öldürmeyi soğukkanlılıkla göze alan adamın bu kişisel bir mesele değil; sadece iş mantığıyla ayağına kadar gelen ölümü de soğukkanlılıkla karşılamasını bekliyor insan ama mevzu bahis olan kendi canı olduğunda küçük bir çocuktan farksız olduğunu gören bu gözler onda gurur denen bir şeyin olmamasına hiç şaşırmıyor. Zira gurur denen şey sadece onurlu insanlar da olur ve onun onursuz olduğunu çok iyi biliyoruz. Gene de hayatta kalabilmek için hemen o anda pazarlığa başlama yüzsüzlüğünü de taktir ettim, tutarlı. Sonuçta Akdeniz’deki değerli hidrat tabakalarını kullanışlı hale getirecek kimyasal formül değerli bir pazarlık kozu…
Her ne kadar geçen hafta boyunca çektikleri tüm sıkıntılar bu noktaya gelip sondaj gemisinin patlamasına neden olan ve Türk mühendislerin ölümüne sebebiyet veren adamı yani Ariel’i yakalayıp öldürerek intikamlarını alabilmek olsa da patlamadan önce gemideki mühendislerin sıkı çalışarak icat ettikleri “kimyasala” dair bilginin değerliliği ister istemez ellerini kollarını onu öldürme konusunda bağladı. O yüzden Serdar’ın esas planı bozarak konuyu son karar mercii olan Halit Başkan’a taşımasına şaşırmadım. Hatta bu konuda ekip arkadaşlarının birçoğunun aksine MİT’in yetiştirdiği profesyonel bir mensup gördüğüme sevindim. Karargahtayken duygusal yönlerinin ve aralarında oluşan aile yapısının ortaya çıkmasından keyif alsam da operasyon sırasında profesyonelce davranmalarının herhangi bir operasyonda karşılaşabilecekleri ölüm risklerini azaltacağını düşünüyorum: Keza “kader gayrete aşıktır” değil mi?
Ah Ariel ah! Sen kimi kandırıyorsun? Ajan filmlerini ucundan da olsa izleyen herkes kimyasala dair önemli bilgilerin içinde olduğu flash bellek gibi değerli bi pazarlık malzemesini kaçman gerektiğinde yanına alabileceğin kadar yakın senden başka hiç kimsenin erişemeyeceği kadar da gözden uzakta tutacağını herkes biliyor. Orası kasa olamaz…
Geçen haftaki bölümde Ariel’in güvenlik tedbirleri dolayısıyla etrafını korumalarla çevirdiği halde Zehra ve Serdar’ın önce uzun menzilli keskin nişancı tüfekleriyle sonra da yakın dövüşte korumalarını nasıl tek tek indirdiklerini görüp aldığını iddia ettiği önlem bu kadar mıydı diye sorduğumu hatırlayanız vardır. Aldığı önlemlerin bu kadardan ibaret olmadığını onlar Ariel’i ele geçirdikten sonra eve baskın yapan adamların sayısından anlamış oldum ama onlar da ya beklediğim gibi çıkmadılar ya da bizimkiler doğaçlama yapma konusunda iyiydi. Ancak her halükârda beklediğim gibi çatışma sahneleri izleyememenin bir buruk hayal kırıklığını yaşadım. Eee hiç mi keyif almadın diye soranlara ise cevabım evet beklediğim gibi bir çatışma sahnesi yaşanmadı ama keyif aldığım detaylar da kesinlikle mevcuttu.
Mesela MOSSAD ajanı öldürmelerinin yasak olması nedeniyle adamları öldürmeden indirebilmek adına Serdar’ın ölü taklidi yaptığı sahne güzeldi. Bu sahnenin bi paraleline Söz dizisindeki kötü adam Derman kullandığında şahitlik etmiştim. Kendi adamlarının ölüleri arasına karışarak ekibi ölü olduğuna inandırmıştı. Şimdi de benzer bir yöntemi kendilerine saldıran adamları öldürmeden etkisiz hale getirebilmek için bu dizisinin kahramanı Serdar kullandı. Bu adamlar #ZehSer çifti için çantada keklikti desem yanlış olmaz. Sadece iki kişi olmaları çok absürt olsa da yaşanan tüm bu aksiliklere rağmen bölümün en heyecanlı hikayesinin Zehra ve Serdar hikayesi olduğunu söyleyebilirim.
Çetin’le tanıştığımızdan ve elindeki çocukluk resmini gördüğümüzden beri beklediğimiz karşılama en beklenmedik anda gerçekleştiğinde aralarında ayak üstü konuşmadan çok daha fazlasının olmasını bekliyordum. Sadece Çetin Pınar’ı değil; Pınar da onu üstünden 15 yıl geçmiş olduğu halde tanıdı. İlk kez göz göze geldikleri halde onu tanımış olması geçmişte aralarında oluşan bağın tek taraflı olmadığını düşündürttü bana. Bu da haliyle Çetin’in onu bulma takıntısının bir takından çok daha fazlası olabileceğini düşündürttü ki bu oluşan aşk üçgenin acı çeken tarafı galiba Gürcan olacak. Çetin ve Pınar’ın birbirlerini yıllar sonra görmüş olmaya verdikleri tepkiler de birbirinden farklıydı.
Çetin’in yıllar sonra onu bulduğuna çok sevindiği gözlerinden belliydi. Normalde yüzünde görmeye alışkın olduğum o sert ifadesi yerini daha yumuşak bir ifadeye ve gülen gözlere bırakmıştı. İlk şoku atlatıp okulda ne işi olabileceğini düşününce bir çocuğunun olma ihtimali onu itiraf etmek isteyebileceğinden çok daha fazla korkuttu. Bir çocuğunun olmadığını öğrenince dünyalar onun oldu. Gülümsemesi bulaşıcı olmalı ki kendinin bir çocuğu olmadığını söylerken Pınar da gülümsedi. Çetin’i görmeye Pınar’ın verdiği tepkiye geçecek olursam da bunca yıldan sonra çocukluğunun geçtiği yetimhanedeki figürlerden birini karşısında hem de Yıldırım’la iş tutarken gördüğü için şaşkınlığına bir nebze de soğukluk ve mesafe eklenmişti. Kendisine gülümsedi ama hemen görevine yani Yağmur’u bulmaya da dönmeye çalıştı. Telefonunun yanında olmadığını söyleyerek onu başından savmaya da çalıştı ama gerçekten bir İstihbarat ajanı olarak düşünebilseydi onu tanıyor olmasının Yıldırım’a ulaşma misyonunda ona avantaj sağlayabileceğini de akıl edebilirdi. Bu sayede başka bi kimlikle güvenini kazanma sürecini es geçip direkt amacına yönelebilirdi, olmadı.
Açıkçası bu tesadüfi karşılaşmadan sonra Pınar’ın kendini hemen toparlayamaması bana hiç iyiye alametmiş gibi gelmedi. Bu arada bunca zamandır sırt sırta vererek Vatan’ın dirliği için birlikte çalıştıkları insanın kızının hangi sınıfta okuduğunu herhalde biliyorlardır diye de düşünüyor insan. Pınar’ın meşguliyetinden dolayı sınıfları tek tek arayan Gürcan’ın hali bana biraz absürt geldi. Öğrenci kayıtları diye bir şey var. Okul kayıtlarına tam erişim sağlayıp Yağmur’un hangi sınıfta olduğunu bilmeseler de öğrenebilecekleri araçlar kendilerinde mevcuttur herhalde. Bunu da düşünemiyorlarsa eğer ne diyebilirim bilmiyorum. Neyse ki karşılarındaki adam Çetin’di de aşk sarhoşluğunun etkisiyle Yağmur’un peşine düşmesi gerektiğini unuttu yoksa okulun önü kızı kaçırmak için mükemmel bir fırsattı…
Gürcan’ın geçen sezonki “o benden hoşlanıyor” şeklinde yansıtma yoluna başvurduğu hayran ergen hallerinden çıkıp aşık tarafın kendisi olduğunu kabullenme ve duygularını kendine itiraf edebildiği gibi Pınar’a da itiraf edebilme olgunluğuna erişmesine sevinsem de Gürcan-Pınar-Çetin aşk üçgeni konusunda kafam fazlasıyla karışık. Pınar’ın bu 21 bölümde ona karşı bir şeyler hissettiğini ima eden herhangi bir sahnesine rastlamadım. Bu konuda hiç umut ışığım olmadığı gibi #PırGür eğer gerçek bir çifti olursa bu hikâye hem #ZehSer aşkının bir tekrarı olacak hem de aynı ekipten dört mensubun birbirlerine âşık olmaları esas kızın en iyi arkadaşıyla esas oğlanın en iyi arkadaşının âşk yaşadıkları rom-comlara benzeyecek. O yüzden tekrara düşmemek adına Ceren’le asla yaşanmayacağından emin olduğum aşkı sayesinde kefaret yolunu seçip taraf değiştiren Çetin’i görmek hiç fena olmayabilir. #PırÇet
Hakkı’nın kendi oğlu benzettiği Yusuf’un daha fazla işkence görmesine dayanamayıp ilk defa sakinliğini ve sabrını terk edip karakteri dışında bir eylemde bulunması beni geçen hafta çok şaşırtmıştı ancak itiraf etmeliyim ki iki hafta boyunca senaristlerin izlemekte ısrarcı oldukları üçlü hikâye örgüsü içinde en zayıf ve sıkıcı olanı da buydu. Üstelik hikâye olarak zayıf olmasından mı kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmediğim hapishaneden kaçış hikayesi kendi içinde birçok mantık hatası da barındırmaktaydı. İlk dikkatimi çekeni gardiyanların kendi aralarında neden İngilizce konuştuklarıydı. Sonuçta burası bi İsrail hapishanesi. Mahkumlarla başka milletten olabilecekleri için iletişim kurma babında İngilizce konuşmalarını anlarım da kendi aralarında İbranice ya da Arapça konuşmaları gerekmez miydi?
Geçen hafta Hakkı & Hulki’nin havalandırmaya çıktıkları sahnedeki mazgalda biriken toz detayıyla bu hapishanede mahkumlar tarafından bir tünel kazılmakta olduğu bilgisi biz seyircilere daha doğrusu dikkatli takipçilere verilmişti ancak bu hapishaneden kaçış ve tünel sahnesinin yazılmasının asıl nedeni yakın zamanda İsrail hapishanelerinin birinde buna benzer bir olayın vuku bulmuş olmasıydı. Ki Teşkilat senaryo gurubunu gerçeğe yakın, gerçekleşmesi çok muhtemel ya da gerçekten meydana gelmiş olaylara senaryolarında yer vererek çoğu zaman sözde dostumuz olan devletlerin kendi bünyelerindeki farklı ırktan insanlara yaptıkları adaletsizliklerin ince bir eleştirisini yapıyorlar.
Bu sahne aslında İsrail hapishanesinden kaçan Filistinli halkın firarının ve adaletsizliklerle savaşmalarının hikayesi. O yüzden gerçek hayatta tüm dünya basınlarını işgal etmiş bir hikâyenin içine Hulki, Hakkı ve Yusuf’u da eklemeleri hikâye örgüsü açısından çok güzel bi motif olmuş. O güzel bir detay olmuş da peşlerindeki hapishane çalışanlarının neden İngilizce konuştukları şimdi bile aklımı kurcalayan bi soru. Kaçanların “Türk ve Filistinli” oldukları biliniyorsa dur, kaçma sözünü Türkçe ya da Arapça söylemeleri gerekmez miydi? Ben bu durumu başka dillerin telaffuzunun bu dizinin izleyicileri tarafından fazla sert topa tutulmasını engellemek için yapılmış bir önlem olduğunu düşündüm.
Herkes nedense Hakkı ve Hulki’nin peşlerindeki adamları atlatmaya çalışırken ormanın ortasında bulmuş oldukları eve takılmışlar. Halbuki o ev bu hikâyenin en az göze batan detayıydı. Yapmayın lütfen arkadaşlar, daha önce kim bilir kaç dizideki kaç karakter nedeni bilinmeyen bir şekilde “kuş uçmaz, kervan geçmez” bir yere yapılmış o orman evini bulmuştur. Kaç çift yolunu kaybettiğinde 1 mucize gibi buldukları o eve sığınmıştır. Şimdi eve sığınanlar Hulki, Hakkı ve Yusuf olunca mı saçma oldu? Eminim eve yolu düşen #ZehSer olsaydı birçoğunuzun sesi bile çıkmazdı.
Kendisiyle kişisel bir hesabı olduğundan operasyon tamamlandığında Ariel’in kafasına sıkan kişi Zehra olduğundan bu bölümün en havalı karakteri Zehra’ydı. İsrail İstihbaratı içinde oldukları binanın çevresini kuşatıp onları ablukaya almışken Türk Konsolosluğundan yaralanmadan çıkmalarını sağlayan planı yaptığından bölümün en zekice planını yapan da Serdar’dı ama bölümün kahramanı kesinlikle Uzay’dı. MOSSAD’a yakalanmadan sondaj gemimizden de çalınan bilgilere ulaşabilmeleri için hayatta kalmalarını sağlayan ve onları koruyabilmek adına zamana karşı savaş veren Uzay olmasa Türk Konsolosluğuna gidebilmeleri bile mümkün olmazdı değil ki bilgiye ulaşmaları imkansızdı.
Bölümün en hareketli, aksiyonlu ve kendi adıma en eğlenceli bulduğum sahnesi Uzay ile MOSSAD versiyonu Uzay arasındaki kim daha iyi bir analizci sorusunun cevabını arayan tarzda bir satranç oynadıkları sahneydi. Uzay’ın tek başına hiç kimseden yardım almadan #ZehSer çiftini MOSSAD’ın elinden kaçırdığı kedi fare oyununu izlerken kim üstün gelecek kim başarılı olacak diye düşünmekten nefesim kesildi. Yazdığım bütün yorumlarda Uzay’ın zekasına düzdüğüm methiyelerin önü arkası kesilmeyecekmiş gibi geliyor. Böylesine kritik bir zamanda aynı anda dört plan birden yapan adamı övmeyip de ne yapayım bilemiyorum. Kendisini elindeki göreve öyle kaptırmış ki Halit Başkan “gaipten sesler mi duyuyorum?” deyince “bilmem” diye cevap verdi. Bu resmen gaipten sesler duyuyorsun demek.
İsrail versiyonunu gözümün bi yerden ısırıyor olması bir yana kafasının Uzay’la benzer şekilde çalışıyor olması ve onunla aynı takıntılara sahipmiş gibi görünmesi acaba Uzay da nihayet dişine göre bir rakip sahibi mi oluyor. Dizide onun da madalyonunun öteki yüzü olan başka bir deyişle kontrastı olan biriyle mi tanışacağız diye düşünürken -ki Zehra’nın kontrastı Ceren, Gürcan’ın kontrastı Çetin, Halit’in kontrastı Yıldırım mesela- onun bu kedi fare oyununda geri kaldığını görmek olumsuz anlamda olmasa da bir hayal kırıklığı yarattı. Kendi Vatanında İsrail’in tüm İstihbarat imkanları elindeyken #ZehSer’i gözden kaçırması ve onları arabayı arkalarında bırakarak kısa bi süreliğine de olsa bulamayacak kadar yenik duruma düşmesi kariyerinin en başarısız ve lekeli anlarından biridir herhalde. Anlaşılan bu dünyada yetenekleri Uzay ile ölçüşebilecek çok az sayıda analizci var ve bu adam kesinlikle onlardan biri değil.
“Kaçıyorum, Başkanım.
Planın ne? Planın?
Dört tane var. Durum ve imkanlar…ihtimaller ve kabiliyetlere göre değişiklik gösteriyor. Sıkışık bir durum.”
Kabahat tabi Uzay’ın İsrail versiyonunda değil; ne de olsa herkes kendini yetiştirebilir ama herkes bir Uzay olmayı başaramaz. Onun bir analizci olarak bu ekibe katkısının ne olduğunu kelimeler anlatmaya yetmez. Önünde olanları sadece analizle kalmayıp birkaç adım ötesini hesap ederek aynı anda dört ayrı plan yapabilmesi olsa olsa doğuştan gelen bir yetenek olabilir. Yoksa bunu sadece bir analizci olduğuyla açıklamak mümkün değil. MİT mensuplarının sınır dışı operasyonlarını anlatan bir dizide arabayla takip edilme sahnesinin uzun bir zaman sonra gerçekleştiğini görmek gerçekten güzeldi. Evet, sahne olması gereken daha kısa gibiydi hatta tadı bile damağımda kalmış olabilir. Ama elindeki kısıtlı imkanlara ve #ZehSer’in peşindeki adamlara rağmen onları güvenli bir yere ulaştırmayı başardı.
Bölümde en çok Ariel’in ölüm sahnesiyle #ZehSer’in MOSSAD tarafından takip edildiği sahnedeki müzikleri sevdim ve sahneleriyle organik bir şekilde uyum sağlamalarına bayıldım. Dizinin açılış müziğini sevdiğimi söyledim ancak dizinin aksiyonlu sahneler için başka müzikleri de repertuarına eklemesi gerektiğini belirtmiştim, olmuş. Ama iyi ki de olmuş. Bu bölüm için yapılan müzik seçimleri muhteşemdi. Bu işle kim ilgileniyorsa böyle devam etmeli…
#ZehSer de elindeki bilgiye erişim sağlayana kadar boş boş konuşan Ariel’i öldürmemek ya da arabadan atmamak için kendilerini hâkim olmaya çalışıyorlardı. Ariel önce onu kendi evinde almaya cesaret edemeyeceklerini düşündü şimdi de yakalanırlarsa başlarına neler geleceğini hatırlatarak onları korkutabileceğini sanıyor ama yanılıyor. Türk asla korkmaz hele de bu güzel Vatan’ın yetiştirdiği MİT mensuplarını asla korkutamazlar. Üstelik korkutamadıkları gibi asla konuşturamayacaklarını da Serdar ve Zehra şu repliklerle çok güzel bir şekilde açıkladılar bence:
“Biliyoruz. Önce tırnaklarımızı çekerler, değil mi? Bu en hafifi olur.
Ama bir şey öğrenemezler.
Sonra da kapalı bir yerde saklarlar bizi. Zaman kavramını yitiririz.
Sonra sorgu biraz daha sertleşir. Ama yine bir şey öğrenemezler.
Elektrik verirler; psikolojik baskı uygularlar.
Önce bizi ele geçirmeleri lazım.
Ele geçirdikleri de cesetlerim olur.”
Serdar ve Zehra “asla canlı ele geçirilemeyecekleri” mesajını da bu diyalogla vermiş oldular. Onların bu şahadete koşma konusunda hiç tereddüt etmeyişleri bana Ethem’in bir başka dizisini Söz’ü anımsattı. Özellikle de Keşanlı’yı. Yürüme mesafesindeki Türk Elçiliğine yanlarında Ariel’le MOSSAD’a yakalanmadan girmeyi başardıklarında işin zor kısmını atlattık sanmıştım. Bundan sonra olay iki devlet temsilcisinin bu sorunu masada anlaşarak çözmeye çalıştıkları politik bir sürece girecek diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Normalde söz konusu kendileri olduğunda dillerinden hiç düşürmedikleri o “Uluslararası Hukuk” maddeleri söz konusu Türkler ve kendi yetiştirdikleri teröristler olduğunda kolayca yok sayılabiliyormuş. Konsoloslukta oldukları öğrenildiği anda içeriye girme planları başlayınca sözde adaletlerindeki inkâr edilemez adaletsizliği bizzat gözlerimle görmüş oldum. Hicivlerinize sağlık, senaristler.
Bu arada kısa da olsa Yıldırım’la yaşanan akıl oyunundan birazcık bahsetmek istiyorum. MİT tarafından yetiştirilmiş olan Yıldırım şimdi yaptığı illegal faaliyetler yüzünden MİT tarafından takip edilmeye başlanınca birçoğunuz bunun acemice yapılan bir hata olduğunu ve kendilerini çabuk açık ettiklerini söyleyip eleştirmişsiniz ama bence de amaç en başından beri buydu. Fark edilerek hatta varlıklarını da onun gözüne sokarak “Devlet’in bir gözü daima üstünde” mesajını vermek istediler. Devlet’in isterse uzanamayacağı hiç kimse olmadığını göstererek anlattılar. Yöntemleri işe yaramış olacak ki can korkusuyla önce araçtan inen sonra da peşindeki adamı atlatabilmek için metruk bir bina bulan Yıldırım kendi rızasıyla tuzağa düşmüş oldu. İtiraf ediyorum ki bu kadarını ben de beklemiyordum. Bölümde pek göremediğimiz Mete Başkan’ın aklıyla alt ettiği Yıldırım’ı fare gibi köşeye sıkıştırmasını izlemesi çok keyifliydi.
İçinizden orada ineceğini nereden biliyordu ki kamerayı, mikrofonu ve vb. bütün teçhizatları oraya kurdurmuş diyen kesin olmuştur ama aradığınız cevap aslında uzakta değildi. Mete Başkan’ın iki dudağının arasındaydı. Çünkü onu Mete Başkan yetiştirmiş yani peşindeki mensupları fark ettiğinde Yıldırım’ın ne yapacağını iyi biliyormuş. Öyleyse o adamları tam da o anda fark etmiş olmasının bir tesadüf olduğunu düşünmek çocukça bir hareket olur. Dünyada tesadüf diye bir şey yoktur. Sizin günlük hayatınızda tesadüf dediğiniz şeylere ben İlahi müdahale diyorum. Burada karşı karşıya olduğumuz Mete Başkan’ın ve MİT’in Yıldırım’a yaptığı küçük bir müdahaleydi. Sokakta gördüğü her insandan şüphelenen paranoyak hallerini izlemek zevkliydi. İstediği kadar korkmadığını söylesin ödü koptuğu belli.
“Evlatların zor durumda mı? Bir yerde fare gibi köşeye mi sıkıştılar? Onlar için bana yalvarmak mı niyetin?
Biraz daha açık ol. Böyle kıvırtıp durmak sana yakışmıyor diyeceğim ama aslında fenada durmuyor üstünde.”
Kapana kıstırılmış fare gibi bir yere kapatılması ve sonucu değiştirmek için herhangi bir şey yapamayacak olması bir yana Yıldırım’ın Mete Başkan’la bir geçmişi olduğunu öğrendiğime sevindim. Onlarla ilk tanıştığımızda Yıldırım, Halit Başkan ve Tövbekâr arasında kökleri ta otuz yıl öncesine -trajik bir olaya- dayanan kocaman bir geçmiş vardı. Yıldırım’ın 30 yıl önce yaşananların suçunu MİT’e dolayısıyla da Devlete attığı özellikle de onlara kin beslediği ucu intikamına dayanan bir bağlantı. Mete B. döndüğünde bu çemberin dışında kalır diye korkmuştum ama öyle olmadı.
Aralarında geçen konuşmada Mete Başkan’la bir zamanlar baba-oğul gibi olduklarını söylemesi hem aralarındaki dinamiği hem de hedef olarak neden Serdar’ı seçtiğini anlamak açısından çok aydınlatıcıydı. Görünen o ki Yıldırım bir zamanlar kendisine duygusal anlamda ihanet eden baba figürüne oğlu gibi gördüğü Serdar’la bir darbe vurmayı planlıyor. Değer verdiği birinin ihanetinin nasıl bir acı olduğunu tatsın istiyor ama Serdar onun gibi değil. Kafasına ne yapılmış olursa olsun, geçen hafta da söylediği gibi o bir Vatan aşığı. O yüzden etki altında bile olsa Serdar’ın böylesine büyük ve duygusal bi bağı olan insana ihanet edeceğini sanmıyorum. Bakalım zaman neler gösterecek?
“Bana söylesene neden endişeleniyorsun bu kadar?
Çünkü seni seviyorum.”
Gürcan görev icabı da olsa Pınar acaba ona âşık olur mu diye başka bir adama yaklaşmasından ölesiye korkarken Pınar’ın bir de onu hiç konuşmadığı ve paylaşmadığı geçmişten tanıdığını öğrenmesi zihnini bulandırdı hatta vücut kimyasını bile bozdu. Öyle bozdu ki kendisine hiç yakıştıramayacağım birçok eylemde bulundu. Bazılarında belki haklıydı da gene de Pınar’ın hayatına ve geçmişine bu kadar müdahil olması bana soracak olursanız çok yanlıştı. Eline yazılı telefon numarasını gördüğü andan itibaren duyguları o karargâhta yapmaya çalıştıkları her şeyin önüne geçmeye başladı. Tamam, itiraf ediyorum Pınar’ı Halit Başkan’a Çetin’i çocukluktan tanıdığını anlatmaya zorlaması doğru bir hamleydi. Sonuçta ekipten sorumlu olan Halit Başkan’ın her detayı bilmeye hakkı var ama tutumu yanlıştı.
Geçen hafta Gürcan’ın geçirdiği çocukluğun kendisininkinden daha iyi olduğunu söylerken çocukluğunun pek de iyi geçmemiş olduğunu anlamıştım ama çocukluğunun yetimhanede geçmiş olmasının ötesinde bi şeyler var sanki. Burada annesi ve kız kardeşinin bindiği arabanın patladığını ve sokağa çıktığında kopan vücut parçalarıyla bi ömür yatalak hale gelen bir anneyle paylaşılan hayatı kendisininkiyle kıyaslayıp kendisininkine daha kötü dediğine göre geçmişi korkunç olmalı diyeceğim ama Pınar geçmişi hakkında o kadar ketum ki hiçbir şey bilmiyorum. Bilmediğim üzerinden ahkam kesecek bir insan değilim ama Pınar’ın geçmişinin aralanmasını da dört gözle bekliyorum. Halit Başkan’a konuyu çocukken yetimhanede onu koruyan biri olarak anlattı ama bundan çok daha fazlası olduğu belli.
Pınar’ın Vatan aşkından katiyen şüphe etmiyorum ama Vatan’ı için Yıldırım’a ulaşmanın en iyi yolu olarak Çetin’i kullanma konusunda birtakım sorunlar daha da doğrusu bir ikilem yaşayacağını düşünmeden edemiyorum. Çocuk kalan yanı bilinçli bir şekilde olmasa da içgüdüsel olarak Çetin’i korumak isteyebilir. Çetin ve Pınar dinamiği geçen sezon izlemek zorunda kaldığımız Serdar ve Ceren dinamiğinden çok farklı ve kesinlikle de daha ilgi çekici. Ekibe ihanet etmeden kendi içinde yaşadığı ikilemleri izlemek isterim. Ki onun bu ikilemlerle baş edebileceğine eminim.
Uzay MOSSAD takip sahnesindeki performansından ötürü zaten muhteşemdi ama Pınar’a âşık olduğu gerçeğine bakmaksızın “İstihbarat dünyasında duygusallığa yer yoktur” deme cüretini gösteren Gürcan’a “öyle mi diyorsun, 007” demesi bölümün tek komik anıydı. Uzay isteyince espri yapabiliyormuş kulaklarımın duyduklarına inanmadım. Ama bu kuralı işine geldiğinde esneten Gürcan’a onu kırmadan güzel bir cevap vermiş oldu. Ki Uzay’ın kişiliğinden katiyen beklenmeyecek bir davranıştı. Tam ne oluyoruz diye düşünürken kabuğunu mükemmel bir şekilde kesmeyi başaramadığı elmayı yarım bıraktığını görüp rahatladım. Mükemmeliyetçi Uzay benim tanıdığım Uzay…
“Dayı ben şu kapıyı bir kırayım.
Yok, yok, dur. Dinamitle patlatalım. (…) Hulki bir dur, Allah’ını seversen ya. Hulki senin içinde garip bir öfke var. Birkaç tane ağaç sök de kendine gel.”
Hakkı’nın eve girebilmek için bir pet şişeden faydalanmasını seyretmekten çok büyük keyif aldım. Onlar sayesinde insan her gün yeni bir şeyler öğreniyor. Üstelik Âdem onlara ulaşana kadar çok sessiz ve sakin olmaları gerektiğinin altını çizmesine rağmen Hulki’nin aşırı sinirli olmasına çare olarak gidip birkaç ağaç sökmeyi denemesini söylemesi Hulki’nin ikinci kişiliği haline gelen Hulk güzel göndermeydi. Âdem gelip onları alabilsin diye kaldıkları evin adresini orada buldukları bi faturadan öğrenmeye çalışmaları mantıklıydı. En önemlisi de faturanın üstündeki İbranice yazıyı okuyanın Yusuf olması hem onu kurtaranlara borcunu ödemesi hem de ekibin aktif bir elemanı olması açısından hikâyelerinde en çok dikkatimi çeken detaydı. Halbuki bu gibi dizilerde normalde kahramanlar her dili bilir gösterilir.
Evin sahibinin hiç beklemedikleri bir anda geri dönmesi ve bir anda kapıda köpeklerle gardiyanların belirmesi sahne gerilimini artıran cinsten olaylar silsilesinin fitilini ateşlemişti ama birçok arkadaş polislerin onları neden bulamadığı konusunu çok eleştirmişler, haklılar. Killer olduğu her halinden anlaşılan odada kutu gibi dört tarafı kapalı bir yerde saklanmış olsalar da polislerin her ihtimali düşünüp evi aramaları gerekiyordu. Sonra eğer kadın Hakkı’nın çıkardığı ceketi çok daha önce fark etmiş olsaydı başlarına neler gelirdi düşünmek bile istemiyorum. Hakkı’nın yaptığı bu hata öldürülmelerine neden olabilirdi. Neyse ki kadının ilk seferde fark etmedi de evdeki varlıkları tespit edilmeden gitmiş oldular. Ama Hakkı gibi yıllarını MİT’e vermiş bir adama böylesine büyük bir hatayı hiç yakıştıramadım.
Hakkı, Hulki ve Yusuf cephesinde yapılan bütün mantık hataları bu kadarla kalsa iyiydi. Tamam, İsrail’den çıkarken Yusuf’u yanlarında götürmek hele de hapishaneden firar ederek çıkmak planları arasında yoktu. Bu yüzden Yusuf’a gördüğü işkencenin fiziksel etkileri ve kurşun konusunda yardım edecek bir doktor bulma mevzusunda doğaçlama yaptılar ama bunları İsrail de doktor olan hiçbir bağlantıları yok muydu? Mafyatik tipler bile yeri geldiğinde kendileri için alternatif tıp klinikleri bulabiliyorlar da Âdem gibi devamlı dünyayı dolaşan bir İstihbaratçı rüşvetle ikna ettiği bir doktorun eline mi kalıyor? Onda da Hakkı ve Hulki kaçak ya kaçak. Siz daha bugün İsrail hapishanesinden kaçtınız. Üstelik arkanızda İsrailli ölü gardiyanlar bıraktınız şimdi her yerde aranıyorsunuzdur doktor ve hemşirenin evlerine gitmelerine izin vereceğinize MOSSAD’a gelin bizi alın diye bayrak assaydınız bundan daha az bariz olurdu kesin.
Yalan değil doktor gece eve gideceğini söylediğinde zaten Yusuf’un vücudundaki yaralardan şüphelenmişti. Kesin durumu anladı, eve gitme bahanesiyle İsrail polisine haber verecek sandım ama olmadı. Adam anca ertesi sabah hemşire onu uyarınca durumdan haberdar oldu ve kafamda yine deli gibi sorular dolandı. Siz neden gece o kliniği terk etmediniz? Hadi o zaman gitmediniz de hemşire ve doktorun daha geleli birkaç saat olmuşken birlikte klinikten çıktıklarını görünce de mi hiç şüphelenmediniz? İnsanların vücut dilini okuyabildiğini söyleyen Hakkı’ya yakışmadı.
Bu bölüm ana karakterlerden biri olmadığı halde Yusuf için hem çok üzüldüm hem de onunla büyük gurur duydum. Onları takip eden adamlardan kaçarken Hakkı ve Hulki’yi yavaşlatmamak için onu geride bırakmalarını istemesi, ormanda üstlerine ateş edildiğinde Hulki için çok kısa bi an perdeleme yapması, işkence görmesine ve vurulmasına rağmen kendini bırakmayıp umudunu kaybetmeden dirayet göstermesi ve en önemlisi de doktorun muayenesinde içeriye girmeye çalışan İsrail polislerine karşı Hakkı ve Hulki’yle omuz omuza çarpışarak şehit olmayı göze alması anlamlıydı. Bu Vatan’ın evladı olmasalar da kendi Vatan’ı ve Millet’i için savaşan yiğitler görünce duygulanıyorum. Neyse ki Halit Başkan MOSSAD’a verdiği ders sayesinde onları istemese de iş birliği yapmaya mecbur bıraktı da bu sayede bizimkiler ve o zavallı Yusuf da ölümleriyle sonlanacağı kesin olan bu durumdan çabuk kurtuldular…
Halit Başkan’ın daha #ZehSer’e Türk Elçiliğinde saklandığınız anlaşılırsa büyük diplomatik bir kriz çıkar demesine kalmadan İsrail İstihbarat sorumlusunun Elçiliğin kapısına dayanması zamanlama olarak mükemmeldi. Hepimizin başına mutlaka bi kere gelmiştir. Hiç olmamasını dilediğimiz bir durum en beklemediğimiz anda başımıza gelmiştir. İnşallah bugün yağmur yağmaz dediğiniz kaç seferde sağanak yağan yağmurun altında ıslanmışsınızdır. Bu durum da aynı ona benziyor; diplomatik kriz çıkmasın dedikleri anda diplomatik krizin eşiğine geldiler. Yalnız bu bölümde ekibin diplomasi kanadında görevli herkesin –Mete Başkan, Halit Başkan ve de elçilikteki diplomat– karşı tarafa laf sokarcasına hazır cevap olmaları benim için bölümün en keyifli detayıydı. Sokak ağzıyla konuşan bi insan olsaydım MOSSAD’a art arda vurdukları darbelerin dışında onları kapak eden cümlelilerinin de havalı olduğunu söylerdim.
Bu anlardan ilki Mete Başkan’ın kıvırmanın ona çok yakıştığını Yıldırım’ın yüzüne söylemesiydi. İkincisi ise Elçilikte çalışan diplomatın ellinde geride bırakmış oldukları arabanın ve öldürmüş oldukları İsrailli teröristlerin resimleriyle elçiliğin kapısına gelerek katil bu iki Türk ajanını kendilerine vermelerini talep eden ve bu işe yaramazsa diye yoksa kendilerinin girip alacaklarını söyleyerek göz dağı vermeye çalışan adamla dalga geçtiği sahneydi. Aralarındaki bu konuşma İsrail ve Türkiye arasında diplomatik bi krizin fitilini ateşleyebilecek türden bi konuşma olduğu için sahneyi gerilerek izlemem gerekirdi ama diplomatın şakası ve dik duruşu sağ olsun sahneyi gülümseyerek seyrettim.
“Bu araç uzun bir takip sonucu bir sokak aşağıda park edilmiş olarak bulundu. İçinde iki Türk Vatandaşı bir de bizim vatandaşımız vardı.
Park yasağı olan bir yer mi? Trafik cezası için mi geldiniz bu saatte? (? ??)
Hiç komik değil. Onların hepsi bizim vatandaşlarımız. Kimileri eski asker kimileri güvenlik görevlisi ve bunları iki Türk ajanı öldürdü. (…) İçerdekileri yarın sabaha kadar teslim etmezseniz sonuçlarına katlanırsınız. (…)
Burasının Türk toprağı olduğunu size hatırlatmak isterim. İçeri girerseniz biz değil; sonuçlarına siz katlanırsınız.”
Mete Başkan’ın oyunu egosunu ne kadar incittiyse hıncını neden doğrudan Türk Elçiliğine operasyon düzenleyerek o iki Türk ajanını almıyorsun diye resmen İsrail İstihbaratındaki adamdan çıkardı. Söz konusu diplomasi olduğunda Yıldırım kuralların geçerli olmadığını sanıyor. Tamam, bazı ülkelerin İstihbarat Teşkilatları kanuna uymayan illegal operasyonlar düzenleyebiliyorlar ama onların da uymak zorunda oldukları birtakım bürokrasiler var. Çünkü onların kurulmuş olmalarının temel amacı savaşları başlamadan bitirmek onun istediği gibi savaş başlatmak değil. Canları öyle istiyor diye Uluslararası Hukuk söz konusu Türkler olduğunda adil olmuyor ve taraflı davranarak ülke aleyhine kararlar alıyor diye her istediklerini yapamazlar. Türk toprağı sayılan bir yere usulsüzce girmeye çalışırsan cevabını savaş olarak alırsın. O yüzden o işler Yıldırım’ın canının istediği gibi vur-kır-parçala şeklinde hayatta olmaz.
Zehra ve Serdar birlikte diplomatik bir kriz çıkmadan Ariel’le bu elçilikten çıkabilmek için planlar yapmaya çalışırken aralarında geçen diyalog bölümün en sevdiğim #ZehSer anlarından biridir ki geçen bölümün aksine ne yazık ki bu bölümde öyle çok fazla #ZehSer anına tanıklık edemedik. Etraflarını saran ve Elçiliği kameralardan seyreden İsrail İstihbaratı MOSSAD onları her yönden ablukaya almışken ve yanlarında Ariel’le yakalanmaları durumunda sonları uzun bir işkenceden sürecinden sonra öldürülmek olacakken Serdar’ın bu durumla alay edebilmesi büyük yetenek.
“Senin en sevdiğim özelliklerinden biri de bu. Biliyor musun? Ümidini hiç kaybetmiyorsun.
Zehra, bana ümidimi kaybetmek için tek bir neden söyle. Tel Aviv’in göbeğinde elçiliğimizde arkamızda bir araba dolusu ceset bırakmış bir şekilde güzel güzel saklanıyoruz. Ha bir de uluslararası kriz çıkarmak üzereyiz. Şirketin de şu anda en çok istediği adam elimizde ve tabi ki bütün MOSSAD peşimizde.”
Bu diyalogda özellikle Zehra’nın söylediği ilk cümle böylesi ciddi bir anda kalbimin erimesine neden oldu. Gözlerinin içine bakarak Serdar’a “Senin en sevdiğim özelliklerinden biri de bu” demesi. Çünkü bu cümle senin sevdiğim çok özelliğin var ve bu onlardan sadece biri anlamına da geliyor. O yüzden Zehra acaba bunu gelebileceği diğer anlamı da bilerek mi söyledi yoksa bu anlama gelebileceğini fark etmeden mi söyledi diye çok düşündüm. Bu bilinçaltının bir yansıması mıydı yoksa bilerek Serdar’ın yüzüne karşı yapılan bir kompliman hatta itiraf mıydı bilemiyorum ama bu sahnedeki enerjilerinin yanı sıra Serdar’ın bitmek tükenmek bilmeyen bu ümidini sevdiğimi söylemeliyim. Hele de Ceren’in Serdar’ı aramasına verdiği tepki ve verdiği istihbaratlara kulp takması Serdar’ı kıskandığının işaretiydi.
En başında Zehra ve Serdar’ın bu kadar didişmesinin sebebinin sahada farklı şekillerde hareket etme biçimlerinden kaynaklandığını söylemiştim. Zehra sahadayken her şeyin kontrolünde olmasını isteyen bir yaratılışa sahip olduğu olduğundan her şeyi en küçük ayrıntısına kadar planlamaya alışık. Serdar ise onun aksine sahadayken daha rahat çalışmaktan yani doğaçlama yapmaktan hoşlanan biri. Sanırım bu zıtlık Zehra’nın arkasında bırakacağı küçük bir kızı varken Serdar’ın öldüğünde arkasında bırakacak kimsesi olmadığını düşünmesinden kaynaklanıyor. O yüzden daha pervazsız hareket ettiği gibi daha da alaycı olabiliyor. Artlarında bıraktıkları cesetlerden de elçilikte bu şekilde sıkışıp kalmış olmalarından da uluslararası bir kriz çıkarmak üzereyken peşlerinde hem şirketin hem de MOSSAD olduğundan da bu kadar rahat bahsedebilmesinin en büyük nedeni bu. Daha “az göze batan” nedeni ise Serdar’ın bir şey hakkında çok konuşmak istemediğinde ya da endişeli olduğunda duygularını alaycılığının arkasına saklama becerisinin burada da bir savunma mekanizması olarak kendini göstermesi diyebilirim. Zehra’yı endişelendirmek istememesi ve ona buradan çıkacakları konusunda bir umut vermek istemesi de bir başka alaycılık nedeni aslında.
Mevcut düzenin içinde kaybolma girişimi #ZehSer için elçiliği en çabuk ve acısız terk etme biçimiydi ama etraflarını saran ve içeriye giriş çıkışları kapatan İsrail askerlerini görünce bunun da bir seçenek olmadığını anlamak zorunda kaldılar. Türk Elçiliğinden çıkmanın sandıkları kadar kolay olmayacağını anladıkları an işlerin aleyhlerine gelişmesi dolayısıyla ekranı başında izleyenlerin depresif olması gerektiğini biliyorum. Ama camdan aşağıya baktıktan sonra birbirlerine öyle bir bakış attılar ki birçoğumuzun favori #ZehSer anlarından biri olduğuna eminim. Zehra’nın onu bir bakıştan tanıması ve hemen aklında bir şey olduğunu anlaması da aslında birbirlerini ne kadar iyi tanıdıklarını gösteriyor ki Serdar’ın aklından geçen planın riskli oluşunu mu yoksa MOSSAD’ı düşürdüğü durumu mu daha çok sevdim inanın ki ikisini de birbirinden ayıramadım. Serdar’ın sahada doğaçlama yapmayı sevmesi sağ olsun. Onun doğaçlama yapma becerisi olmasaydı aklına böylesine krizi fırsata çeviren bir fikir de gelmeyecekti bence…
#ZehSer sahnelerinde hoşuma giden bir diğer detay da bütün gece aynı odada kalmış olmaları dışında gece hiç uyumayan Serdar’ın ceketini koltukta uyuya kalmış Zehra’nın üstüne örtmüş olmasıydı. Serdar’ın bu centilmenliği yüreğimi ısıtsa da keşke bu centilmenliği sadece ima etmeyip gerçekleştiği anda bize göstermiş olsalardı. Serdar’ın onu uyurken izlediğini, ceketini üşümesin diye üstüne örttüğünü hayal edebiliyorum ama ne yazık ki izleyemiyorum. Mete Başkan’ın ona verdiği ayardan sonra deli danalar gibi etrafına saldıran Yıldırım’ın Çetin’e göz dağı vermesini izlemek yerine onları izlemeyi tercih ederdim. Serdar’ın kokusunun sindiği ceketle uyuyup sabah kendi kokusunun da üstüne sindiği şekliyle ceketi sahibine iade eden Zehra sayesinde aralarında koku dolayısıyla da olsa bir değiş tokuşun yapıldığını görmek gerçekten çok güzel. Bilerek ya da bilmeyerek yapılan bu eylem çok hoşuma gitti. Bana FHVK dizisinin son bölümünde bankta uyuyan Hazan’ın üstüne üşümesin diye ceketini örten Yağız’ı anımsattı.
Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışan her mensup kendi canından önce Devleti’nin ve Milletinin bekasını düşünmek zorundadır. Zira onların yaptığı en küçük hata ya da ellerinden kaçırdıkları her bilgi daha sonra bu ülkede yaşayan insanların canına mal olabiliyor. Bu yüzden de “baki olan devlettir” düşüncesiyle Mete Başkan’ın evladı gibi sevdiği Zehra ve Serdar’dan önce Devleti’nin düşeceği durumu düşünmesi normal. Hatta olması gereken bu. Detay olarak Mete Başkan’ın masasında duran saatin 9’u 5 geçeyi göstermesi de 10 Kasım’ı simgelemesi açısından hoş olmuş.
Arabayla takip sahnesinde Zehra ve Serdar’ı MOSSAD’ın elinden kurtaran Uzay olsa da bu bölümün kahramanının Halit Başkan olduğunu da söylemeliyim. Uzay “işleri içinden çıkılmaz bir hale getirdim” diye hayıflandı ama yaptığı şey o an için en doğru karardı ve yaptığı şeyin büyüklüğünü asla küçümsemiyorum. Ama Halit Başkan Tel Aviv’deki Elçiliğin önünde de İsrail İstihbaratından olan adamın karşısında da öyle güçlü-dik durdu ki kesinlikle bölümün en havalı karakteriydi. Ekibin diplomasi kanadının karşı tarafa laf sokarcasına hazır cevap olmalarının hoşuma gittiğini söylemiştim ya sonuncusu da Halil Başkan’la İsrail İstihbaratı görevlisinin karşılıklı konuşmalarıydı. Ama öncesinde Elçiliğin girişinde ona kimliğini soran adama haddini bildirişi ve onu aşıp abluka altına alınıp giriş çıkışları kapatılan elçiliğe girişi muhteşemdi. Kapıdaki o adama kendisine kimlik soramayacağını öyle bir dille izah etti ki inanılmazdı.
“Kimliğinizi görebilir miyim?
Bilmem. Sence görebilir misin? Bu diplomatik bir araba ben de dış işleri mensubuyum. Diplomatik Dokunulmazlığım var. Sana göstereceğim tek şey arabanın ruhsatı olur. Onu da nazikçe istemen gerekiyor. Şimdi bariyeri kaldır. Toprağıma girmeme engel olma. (…) Sakin olun, çocuklar. Yoldan çekilin. Kendinizi ezdirmeyin.”
#ZehSer çiftini de dizide yaşanan operasyon kaynaklı aksiyonu da her Teşkilat izleyicisi kadar seviyorum ama Türk olmanın gurur verici bir şey olduğunu hatırlatan ve bir Türk olduğum için şükretmemi sağlayan Türkçülük anlarının benim gönlümde çok ayrı bir yer var. Ondan olacak ki Halit Başkan’ın İsrail İstihbaratında görevli o adama her laf sokuşunda yüzümde önleyemediğim kocaman bir gülümseme belirdi. Halit Başkan ikinci sezonda diziye katılan en sevdiğim karakter. O yüzden bu karakteri oynayan oyuncuyu koltukta arkama yaslanıp seyretmek benim için büyük bir keyifti. Karşısındaki adamın Uluslararası Hukuk’u yok sayarak elçiliğine girme girişimine önce sinirlendi sonra da mecburen eli boş dönen İsrail İstihbaratına şovunu yapıp bu masadan kazanan taraf olarak çıkmayı başardı.
“Elçiliğimiz bizim toprağımızdır ve şu anda abluka altında. Dış ticaret anlaşması yapmak için gelecek halim yok.
Siz elçiliğinizde saklanan katiller için geldiniz.
Bakın, beyefendi. Bizim elçiliğimizde katiller olmaz. Bizim elçiliğimizde Vatansever Türk diplomatları olur.
Onları zorla oradan çıkartmak zorunda kalacağız. Dünyaya rezil olacaksınız. Dostunuz olarak bunu istemeyiz.
Biz kimin dost kimin düşman olduğunu çok iyi biliriz. Umarım öyle bir delilik yapmazsınız. Rezil olacak olan sizsiniz. Sizin ne kadar kural tanımaz ve ne kadar paranoyak olduğunuzu bütün dünya tekrar görecek.
Kimin utanç içinde kalacağına birlikte şahit olacağız. Canlı canlı. (…) Dünyaya nasıl rezil olacağınızı toprağınıza girip o katilleri sürükleye…sürükleye çıkartacağımızı hep birlikte izleyelim istedim.”
Arkasına aldığı Şirket desteğine güvenerek Halit Başkan’la bu kadar üstten konuşmasaydı belki Türkler tarafından bu kadar ezilmeyecekti de “rüzgâr eken fırtına biçer” diye bir atasözümüz var. O da öfkesiyle kibriyle ayaklanmanın ve Türk toprağı sayılan elçiliğe saldırmaya cüret etmenin bedelini kendi kameralarının çektiği bir utanç videosuyla ödemek zorunda kaldı. Halit Başkan Uluslararası Hukuk’u hiçe sayarak elçiliklerine saldırmalarının onlar için kötü sonuçlar doğuracağı konusunda kendisini uyarmaya çalıştı. Hatta bütün dünyanın bu rezilliklerini duyacağını ifade etti ama bazen ne kadar çok uğraşsan da bir insanın kendi kötü sonunu hazırlamasına engel olamazsın. Belki de bir musibet bin nasihatten iyidir kim bilebilir ama yüksekten uçanın hızlı düştüğü kesin. Yalnız Halit Başkan’ın ne kadar iyi bir poker oyuncusu olduğunu da bu sayede anlamış olduk. Serdar’ın planının işe yaramasının askerlerin içeri girmesine bağlı olduğunu bildiği halde elçilik binasına girmek gibi bir delilik yapmaması konusunda onu uyardı.
O adam Türkiye Cumhuriyeti’nin Vatandaşı olan Türk Mühendislere düzenlenen hain terör saldırısının arkasındaki adama hizmet eden satılık korumaları öldürdüler diye MİT mensuplarına “katil” diyecekse ve onları sürükleyerek o elçilikten çıkarmanın hayalini kurarken bu operasyon sırasında elçilikte çıkabilecek çatışmada ölebilecek askerlerin ölüsüyle daha doğrusu şehitlik mertebesiyle dalga geçecekse başına bu bölümde gelenden çok daha fazlasını hak ediyor demektir. Onların sözde medeni tavırlarıyla hiçe saydıkları Uluslararası Hukuk’u çizdiği sınırlar olmasa Halit Başkan’ın oracıkta Türkler hakkında konuştu diye kafasını koparmasını isterdim ama biz onların iddialarının aksine onlardan çok daha medeniyiz.
İsrail askerlerinin Tel Aviv’deki Elçilik binasına operasyon amaçlı girişlerini ilk gördüğümde Serdar’ın planının nasıl olduğunu bilmediğimden ya da bilmediğimi zannettiğimden -ki bu yaptıkları mevcut düzen içinde kaybolmanın daha riskli bir versiyonuydu- biraz endişelenmiştim ama Serdar’ın tasarladığı plana içeriğini bilmesem de güvenim tamdı. Gönül isterdi ki haddini bilmeyenlere hadlerini canlarıyla bildirelim ama daha büyük bir krizin çıkmaması için şimdilik onları aklımızla yendiğimizi bilmenin gururu ve onların bu hezimetten dolayı hissedecekleri “küçük düşme” duygusu ile yetinmek zorunda kalacağız. Her seçimin başa çıkılması gereken bazı sonuçları olur ya biz Türkleri tanısalardı savaşmadan içeriye girmelerine bu kadar kolay izin vermemizden şüphelenir ve hemen geri çekilirlerdi. Zira Türkler asla geri çekilmez ve asla teslim olmazlar. Gerekirse şahadet yolunda yürürler ama çakallara asla boyun eğmezler.
Her odaya üç kişilik gruplar halinde girip her seferinde de elleri boş dönen İsrail timinin peşlerine aradığı insanları da katarak elçilikten geri çekildiklerini görmek bölüme operasyon kaynaklı bir hareket katması bakımından izlemesi keyifli sahnelere gebeydi. Bölümü izleyen bir çoğunluk İsrail üniforması altında onların nasıl aynı arabaya bindiğini eleştirmişler ama bana soracak olursanız bir eleştiride bulunmadan önce biraz düşünseymişler bunun kolay bir açıklaması olduğunu da fark edebilirmişler. Saldırı timinin üç guruplar halinde odalara girmesi dışında dikkat çeken bir diğer özelliği de içeriye girerken tek sıra halinde girmiş olmalardı. Haliyle ilk arabadan çıkanlar ilk sıradayken bi sonraki arabalardan çıkanlar da onları takip edip peşlerinden gitmişlerdi. Aradıklarını bulamayıp iş binadan çıkma noktasına geldiğinde de bu timler kendi içinde komutaya bağlı olarak yeniden toplanarak tek sıra halinde çıkarlar. #ZehSer & Ariel’in bindiği aracın aynı araç olmasından kimsenin şüphelenmeme nedeni de bu tek sıra düzeninden.
Onlar gereksiz ayrıntılarda boğulurken benim kafama asıl şu detay takıldı. Bu saldırı timi operasyona dört SVU ile geldilerse ve çıkışta son SVU içinde olanın Zehra, Serdar ve Ariel olduğunu da biliyorsak o araçla gelen askerlere tam olarak ne oldu? Bizimkiler bu üniformaları onların üstünden mi aldılar yoksa başka bir yerden mi temin ettiler? Ariel’in eline gerçekten kullanabileceği bi silah vermiş olsalardı #ZehSer’e ihanet edip kaçmanın bi yolunu bulurdu. O halde eline tutuşturdukları silahtan bir şey mi aldılar yoksa onu önlerine katıp sırtına silah dayayarak mı korkutma taktiğini seçtiler çok merak ediyorum ama en çok da bu değiş tokuş sahnesini neden bize çok gördüler? Planın ne olduğunu ve nasıl eyleme geçirildiğini izleyebilseydik bu soru işaretleri azalırdı. Onların da eleştirilmek gibi bir derdi olmazdı. Ben dar alanlarda yakın dövüş sahnelerinin hastası bi insanım. O yüzden bu beni biraz üzdü ama Halit Başkan’ın operasyon sonrası laf sokmaları ve Ariel’i arabanın arkasına çocuk gibi oturtmaları beni epey güldürdü.
“Altınınız var ama paranız yok herhalde. Bir şey içer misin diye soran yok. Bir kahve alabilir miyim?
Nasıl yaptınız bunu? İçeride olduklarından eminim. Nasıl oldu bu?
Bir ara bizim binaya gel de sana kurs verelim. Daha öğrenecek çok şeyiniz var. (…) Bu bir istek değil, emir.”
Türkiye’nin Filistin’e yaptığı insani yardım konusunun da senaristler tarafından hatırlatılmasının yanı sıra en çok eline büyük bir koz geçiren Halit Başkan’ın adamı avucunun içine alarak alay etmesini izlemekten keyif aldım. Halit Başkan yetişmemiş olsaydı Hakkı, Halit ve Yusuf postu deldirmiş olurlardı dolayısıyla da Ariel planında #ZehSer’e yardıma gidemezlerdi. O zaman da boşu boşuna Ariel’in yol göstericiliğinde İsrail sokaklarını dolaşıp dururlardı.
Bu bölümde Tövbekâr ve Ebru arasında geçen konuşmadan nefret ettiğim için bahsetmek istemiyorum. Kocasının Vatan’ı uğruna şehit olduğunu düşünen bir eş nasıl olur da kocasını ondan aldıkları için oluşan hırsına ve öfkesine yenik düşüp Devlet’inin aleyhine haberlerin peşinde koşar anlamıyorum. Kimse kusura bakmasın da nefret ettiğim haberci tiplerinden biridir bu. Çok ses getirecek bir haber yapabilmek için kimin canını yaktıklarını umursamazlar. Operasyonda gizli görevde olan ajanlar olduğu halde ses getirme adına onların canlarını hiçe saymalarına şahitlik ettim. İstihbaratta şeffaflık olmadığı gibi böyle hassas bir konuda haber de olmaz. Tövbekâr ona az bile söyledi…
“Bu adam bizi tuzağa çekiyor.
O zaman ölürüz. O da ölür.
Ölmek istiyor musun?
Öyle bir niyetim yok eğer verileri istiyorsanız.
Kesin yalan söylüyor.
Yalan söylemiyorum. Önce anahtarı alacağız sonra da bankaya gideceğiz.
Daha saçma bir plan duymadım. Bankaya girdikten sonra ne yapacağız? Ağzını mı bantlayacağız bankada da?
Daha iyi bir planın var mı?
Öldürelim. Atalım yol kenarına. Dönelim evimize.
Tamam. Peki ya veriler?
Ortada veri meri yok. Şu tipe bak çoktan satmıştır verileri. Bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor adam.”
Zehra ve Serdar’ın Ariel’in gözü önünde tartışmalarına en başından inanamadım hele de Zehra’nın verilen bir emre mevzu bahis Yağmur değilse itiraz ettiğini asla görmedim. Daha en başından bunun bir plan olduğu çok belliydi ki hemen aklıma Fadi’yi ele geçirdiklerinde yapılacak bir terör saldırısını önlemek ve onu konuşturabilmek için Serdar ve Mete Başkan’ın sorguda oynadıkları iyi polis-kötü polis daha doğrusu sabırsız istihbaratçı-sabırlı istihbaratçı oyunu aklıma geldi. Bu defa sabırsız tarafı oynayanın onunla kişisel bir husumeti olan Zehra olması çok akıllıcaydı. Kişisel intikamını alabilmek ve konuyu kızına sıçrattığı için emirlere karşı gelerek onu alaşağı etmek isteyebileceği onu tanımayan biri için gayet inandırıcıydı. Ariel aptal mı yoksa kibirli mi bilemedim. Özellikle de onların tartışmak için arabadan çıktıklarında telefonlarını arkada bırakacak kadar acemi olduklarını düşünmesi saçmaydı. Ki kibirli insanların sonunu getiren de budur. Kendilerini herkesten zeki sanırken karşısında insanı/düşmanı küçümsemesi.
Bunu söylemek garip ama rol icabı da olsa Zehra ve Serdar’ın yaşadığı fikir çatışmalarını ve kavgalarını özlemişim. Her çift birbiriyle aynı fikirde olacak diye bir şey yok bence asıl makbul olan da farklı düşüncelerdeki 2 insanın bir araya gelmesi. Birbirlerini en iyi versiyonları olma konusunda duygusal ve zihinsel anlamda zorlamaları. O yüzden onların arabanın dışında ettikleri göstermelik kavgalarını evli bi çifti izler gibi keyifle izledim. Bana soracak olursanız saygı ve sevgi çerçevesinden çıkmadan yapılan her tartışma hep aynı fikirde olmaktan çok da sağlıklı ve gerçekçi.
Planının tuttuğunu zannederek onları yönlendirdiği kırsalda önü kesilen arabadan çıkan Ariel’in büyük bir heyecan ve şevkle parmağını tetiğe basması ve sonrasında da silahın ateşlemediğini görünce yüzündeki o gülümsemenin yerini çok hızlı bir şekilde endişeye bırakmasını izlemek “çekilen bunca çileye değdi” dedirtti de o kar maskelerinin altından Hakkı & Hulki’nin çıkmasını ve bu şekilde İsrail havalimanında ayrılan hikayelerinin full-circle olarak tekrar birleşmesini beklemediğimi söylemeliyim. Onları hafife alanlara hem çok güzel bir ders hem de uyarı oldu bu oyun. Ariel verdiği sözü tutup verileri onlar aracılığıyla Türk hükümetine verseydi bu işten bir anlaşma koparıp en azından hayatta kalmayı başarabilirdi ama açgözlülüğünün ve hıyanetinin bedelini o çok değer verdiği canıyla ödedi. Üstelik öldürülmeden önce uğruna haftalardır fırtınalar kopartılmış olan verileri de kendi elleriyle teslim etti. Onun sorunu Türk İstihbaratını küçük görmesinden geldi ama sağ olsun o olmasa daha uzunca bir süre verileri arayıp dururlardı.
Ethem’in birden fazla dizisini izlemenin en güzel yanlarından biri de dizilerindeki paralel sahneler sayesinde bitmiş dizilerinin izleyicilerine de bir selam çakıyor olması. Mesela verilerin Ariel’in ayakkabısının tabanından çıkması aynı şey olmasa da bana Söz dizisinin üçüncü sezonunun ilk bölümünde Agah’ın topuğuna yerleştirilmiş olan belleğin Dragan tarafından kesip çıkarıldığı sonra da ölümüne şahit olunduğu sahneyi hatırlattı. Söz dizisi daima kalbimde. Ceza’nın şarkısı da kesinlikle sahneyi mükemmel bir şekilde tamamlayan enstrümandı.
Son olarak kendisine daha önce işkence etmiş olduğu ve kızının hayatını tehdit ettiği için onu bu dünyadan uğurlayan kurşunu atan kişinin Zehra olması ve onun da hiç tereddüt etmeden Ariel’i alnından vurmasının yanı sıra artık bir Teşkilat klasiği haline gelen Serdar’ın telefonlara havalı bir şekilde cevap vermesiyle tamamlanan bölümün özellikle son dakikalarının bomba etkisinde olduğunu söyleyerek yer yer heyecan ve gerilimin tırmandığı yer yer ise bazı mantık hatalarının yaşandığı bu geçiş bölümüne dair yazımı tamamlıyorum.
Haftaya Daha Erken Buluşmak Üzere Hoşça Kalın…
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 82. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.