Teşkilat 10. bölümü ile iki grupta reytingde düşüş yaşasa da zirveyi bırakmadı. Total’de 11,39 reyting, AB’de 12,42 reyting ve ABC1’de 13,28 reytingle gün birincisi oldu. Bölüm değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Teşkilat içeriği gereği Milliyetçilik duygusuna ve Vatan sevgisine dair dış ülkelere karşı takınmış olduğumuz dış politikaları bütünüyle yansıtan bir dizi olması nedeniyle “Milliyetçilik, Vatanseverlik ve Bayrak” konularında derin mesajlar içerdiğini söylemek mümkündür. Ekip üyelerinin sayıca fazla olması, operasyonların birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olması, yapılan operasyonların sayılarının çok olmasının yanı sıra aksiyonla birlikte sunulan siyasi ve milli mesajların da yoğunluğu vb. konular Teşkilat dizisine yönelik yazılarımın içeriğinin fazlaca dolu olmasına ve haliyle buna bağlı olarak da yazılarımın uzamasına neden olan tabi nedenlerdi.
Eğer bu yazıyı okuyorsanız şimdiden içeriğinin gerçekleşen operasyonlardan bağımsız olarak bu bölümde dikkatimi çeken grup dinamikleriyle ilgili olduğunu bilmenizde fayda var derim…
Ekip arasındaki grup dinamiklerinden bahsetmeye bu defa Serdar ve Zehra ile başlamaya karar verdim. Özellikle Serdar karargâha ilk geldiğinde onun bir hain olduğundan ve Ceren tarafından da elemanlandığından çok emin olan Zehra-Serdar arasında son zamanlarda başlayan bu karşılıklı birbirlerini düşünme durumu gözümden kaçtı diyemem. Birlikte oynadıkları önceki projelerinden dolayı aralarında bir yakınlaşmanın olmasını bekleyenlerden biri olarak ilk hallerini düşündüğümde bu durumun bu kadar kolay gerçekleşeceğini ben bile düşünmemiştim.
Ancak mecburiyetten birlikte çıktıkları Irak operasyonunda teröristlerden saklanmak için mağaralara sığındıkları sahnede yaşamış oldukları kısa ama özel andan sonra aralarında gelişmeye başlayan bu yakınlaşmanın yavaş yavaş yerini genel olarak bu ikilinin birlikte çıkmaya başladıkları operasyonlarla pekişmeye başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle de deneme çekimi sırasındaki menajer Kahraman ve oyuncu Mine rolleri sonra da Kasım’ı almaya Napoli’ye gittiklerinde dönüş yolunda yaşadıkları pek hoş olmayan ama sabotaj nedeniyle zoraki gerçekleşen Yunanistan macerası da hep bu yakınlaşmayı destekler nitelikteki kanıtlardı.
Ancak operasyonlar dışında da aralarındaki bu çekimin kendini gösterdiği bazı anlar yaşanmaktaydı. O anlar da genel olarak Ceren konusu etrafında şekillenmekteydi. Serdar’ın Ceren konusunu fazla ciddiye almayarak onun Fadi konusunda bir kaynak olarak kullanılmasını devamlı hale getirebilmek amacıyla kendisine evlilik telif etmişti. O günden beri Zehra bulduğu her fırsatta Serdar’a “müstakbel eş” konusuna vurgu yaparak bu plandan duyduğu rahatsızlığı dile getirmenin her çeşit yolunu kullanmış olduğu dikkatimi çekti: Kadınları hiç tanımadığından zaten nişanlısını da hiç tanımadığından, yapmış olduğu bu planın ne kadar tehlikeli olduğundan ve Ceren konusunda gösterebileceği herhangi bir zafiyet ihtimaline karşı onun bir “Vatan haini” olduğundan söz etmesi de bu yüzden.
Bu bölümde de Kasım’ın hayatını kurtarmaları karşılığında Türk hükümetine vermiş olduğu sözü tutarak Fadi’nin iş çevresi hakkında yaptığı bilgilendirmenin bir sonucu olarak Fadi’nin para transferlerini gerçekleştiren adamın peşinden Suriye’ye gitmeden önce evine gidip dinlenme kararı alan Serdar’ın peşinden giderek evlilik konusunda atmaya başladığı ciddi adımlar hakkında duyduğu endişeyi anlatması dikkatimi çeken ayrıntılardan biri oldu.
Serdar-Zehra arasında sadece iki dakika süren bu sahnenin altını deşip görünenin ötesine bakmaya çalıştığımız zaman içinde birçok anlamı sakladığını görmek mümkün. Bu yüzden konuşmayı da 3 parçaya ayırmak mümkün.
“Bu evlilik meselesi ne olacak?
Dönüşü olmayan bir yola girdik artık.
Ciddi ciddi evleniyorsun yani?
Evlilik ciddi bir müessesedir, Zehra.
Serdar.
Tamam, takacağın bir çeyrek altın zaten istemez.”
Zehra’nın operasyonları karargâhtan yürütme sürecinde kontrolü daima elinde tutmayı seven bir otoriter olduğu konusuna daha önce de değinmiştim. Bu yüzden de operasyon sırasında sürprizlerle ya da kontrol edemeyeceği durumlarla karşılaşmayı pek sevmiyor. Serdar ise operasyonları sahadan yürütmeye alışık olduğu için sahada meydana gelebilecek sürpriz durumlara karşı içgüdüsel olarak geliştirmiş olduğu doğaçlamalarla çalışan bir ajan. Tarzlarındaki bu farklılığın dışında Zehra’nın insan doğası gibi hesaplanması mümkün olmayan bir konuda çok büyük riskler aldığına inandığı Serdar ile devamlı olarak bir fikir ayrılığı yaşıyor. Bu konuşma da Ceren hakkında yaşadıkları fikir ayrılığının bir sonucu aslında. Birinin bir ötekini çok iyi tanımasının da bir sonucu tabi.
Zehra duygusal anlamda çok yüksek duvarları olan bir insan olduğundan duygularını rahatlıkla dile getirebilecek türden biri değil. O yüzden de onun bu operasyon odaklı düşünme biçimine göre Ceren çok büyük bir risk. Bu düşüncesinde Serdar’ın bu konuyu ciddiye almadığını düşünmesi ve Serdar’ın itiraf etmese de bir yanının içten içe Ceren’in kendisine olan hislerinde samimi olduğuna inanmak istediğini bilmesinin de bir etkisi var. Bu yüzden iş o noktaya geldiğinde Ceren konusunda gösterebileceği bir anlık zafiyetin bile ekip için tehlike olabileceğinden korkuyor. Ki Serdar da en az onun kadar duvarları olan bir insan. Yaptığı eylemleri savunacak bir sözü olmadığı zaman hele de karşısındaki insan haklı olduğunu da düşünüp gerildiğinde o konuyu konuşmamak için konuyu alaya alıp geçiştirme şeklinde bir savunma mekanizması var. O yüzden Zehra’nın söylediklerinde haklı olduğunu ve içini görebildiğini hatta aklını okuyabildiğini anladığı için evlilikten bahsedip konuşmayı geçiştirmeye çalıştı.
“Senin için endişeleniyorum.
Gerçekten benim için mi endişeleniyorsun yoksa Ceren’i kaçırırız diye mi düşünüyorsun?
O kadın sana her an kötü bir şey yapabilir. İzlendiğini ya da yakalanacağını anladığı an seni gözünü kırpmadan öldürebilir, Serdar.
Ben de ona her an kötü bir şey yapabilirim. Belki de evlilik böyle bir şeydir. Deneyeceğiz.
Bizim hala onun bağlantılarına ihtiyacımız var. Ondan öğreneceğimiz çok şey var, dikkatli ol!
Oluyorum.”
Dedim ya Zehra duygulardan bahsetme konusunda iyi değil diye. Ancak aldığı sorumlulukları Vatanına hizmet etme bakımından çok ciddiye alan bir insan. Bu ciddiyet de onu ekip arkadaşlarının iyiliğini düşünme konusunda daha fazla sorumluluk almaya itiyor. Aksi taktirde onun gibi birinin bir başkası için endişelendiğini söyleyebilmesi bile büyük bir olay olurdu. Ancak bu sahnede benim asıl hoşuma giden şey, onun endişelendiğini söylemesinden sonra Serdar’ın ses tonunda gerçekleşen yumuşama ve yüzündeki o alaycı ifadenin yerini ciddi bir yüz ifadesinin almasıydı. Sahne ve ikisinin oyunculuğu hakkında saatlerce konuşabilirim, onun yerine birkaç kelime edeceğim.
Direkt Zehra’nın gözlerinin içine baktığı ve daha sık göz kırptığı o anlarda sanki ona inanıp inanmama arasında kalmış gibi görünüyordu. Kendileri için endişelenen birinin olmasına alışkın olmayan insanlar bu gibi durumlarda genellikle tepki olarak inanmama eğilimi göstermeye alışkındırlar. Çünkü senin için endişe eden birinin olmaması senin için endişe eden birinin varlığına alışıp daha sonra onu kaybetmekten çok daha iyi bir durumdur. Çünkü kalbinin daha az kırılma ihtimali olur. Serdar tam da bu yüzden Zehra’nın endişesinin altında yatan nedenlerin samimiyetini sorguladı ama ben Zehra’nın gözlerinden söylediklerinde ne kadar ciddi olduğunu hemen anladım. Gözlerini hiç kaçırmadan direkt Serdar’ın gözlerinin içine bakması, yüzündeki ciddi ifade ve vücut dili onun yerine konuşuyordu. Kimileri bakış açısına göre ekip arkadaşı için endişelenen bir ekip üyesi olduğunu söyleyebilir ama bana soracak olursanız onun bu endişesinde başka duygularında mevcut olduğuna inanıyorum…
“Bir an için gerçekten benim için endişelendiğini düşünmüştüm.
Gerçekten senin için endişeleniyorum. Risk alıyorsun.
Almasam burada olamam. Hepimiz alıyoruz. Bu ülke hayatını riske atanlar sayesinde ayakta durmuyor mu? Sen yine de dikkat et.”
Serdar’ın Ceren operasyonu konusunda Zehra’nın dile getirdiği gerçekler hakkında düşününce konunun kendisi olmadığı konusundaki çıkarımının doğru olduğuna inanıp hayal kırıklığına bile uğradı. Ama Zehra endişelerinde samimi olduğunu yeniden dile getirip risk aldığını söyleyince bu defa konuyu değiştirebilmek için bu karargahtaki herkesin hayatını riske attığını ve bu ülke için daima hayatını tehlikeye atan birilerinin olacağını söyleyerek kendi yaptığını ve içinde bulunduğu durumu küçümsemenin bir yolunu bularak konuyu kapattı.
Bu da aslında şu iki dakikalık konuşma sırasında Zehra’nın Serdar’ın kendisinin bile farkında olmadığı bütün öz güvensizliklerinin farkında olduğunu, kendisi için endişelenen birinin varlığına alışkın olmadığını anladığının ve de tüm bu alaycılığının altında atmaya çalıştığı bir gerginliğin olduğunu anladığını gösteriyor. Derinlerde bir yerde bir ekibin parçası olmaktan öte aralarında dile getirmedikleri büyük bir bağın kurulmaya başladığı inkâr edilemez.
Keza aynı bölümde peşinde oldukları adamı kumar oynama tezgahına çekmeye çalışırken girmiş oldukları sahte kimlikler üzerinden şans oyunlarına dair atışmaları, Serdar’ın da petrol zengini bir kadınla evlenebileceğine dair cinsiyet eşitliği üzerinden yaptıkları muhabbet ve kumar masasındaki atışmaları aslında sahte kimliklerle de olsa birlikte çalışmaktan ne kadar zevk aldıklarını hatta birbirlerini ne kadar iyi tanıdıklarını da kanıtlar cinsteydi. Sonra Fadi’nin Suriye buluşmasında para çantasıyla içeriye soktukları bombayı patlatmadan önce Zehra’nın Serdar’ın tetikleyiciyi tutan eline dokunmasıyla bakışmaları da bu filizlenen ilişkinin ve derin bağın nüansları aslında.
Serdar ve Zehra ile birlikte konuyu gönül ilişkilerinden açmışken etrafında olan bitenden habersiz Pınar ile kendi duygularını karşısındakinin duyguları gibi yansıtarak inkâr etmenin peşinde olan Gürcan arasında geçen andan söz etmemek olmaz. Geçen haftaki yazımda da Gürcan ve Uzay’a çok ağırlık verdiğimin farkındayım. Ama hem oyunculuk performansları hem de karakter gelişimlerindeki açılımlar her zamankinden daha fazla bu karakterle dikkat etmeme neden oluyor. O yüzden de Gürcan’ın acemiliğine değinmek istiyorum.
Suriye’ye Çöl Arslanı operasyonuna gitmeden hemen önce Pınar ve Gürcan arasında geçen konuşmayı izlerken gülümsememe hâkim olamadım. Daha önce bir elini tutmasıyla ve soğuk çayını istemesiyle Pınar’ın kendisinden hoşlandığını düşünen Gürcan hakkında “acaba daha önce hiç kız arkadaşı olmamış mı?” diye yorum yapmıştım. Bu haftaki bölümde kendisine uğur getirdiğini düşündüğü mavi bir taşı verirken ne kadar yerinde bir tespit yapmış olduğumdan bir kez daha emin oldum. Zira normalde “benim kıramayacağım şifre yoktur” diyerek ortada gezinen hacker’ımız sayfaları dolduracak kadar kod yazabiliyorken üstelik bunu rekor sürede ve baskı altında yapabiliyor iken söz konusu Pınar ve kalbi olduğunda kendini gülünç duruma düşürmeden ne iki kelimeyi bir araya getirebilir ne de kalbinin kilitlerini açabilecek bir sihirbazlık gösterisi gerçekleştirebiliyor.
“Ne işe yarıyor?
Bir işe yaramıyor. Mavi bir taş…
Ne yapacaksın bununla?
Şans getirsin diye.
Şans mı getiriyormuş?
Evet, şans getiriyor.
Gürcan en son hapse girmiştin, değil mi?
Doğru, demek ki getirmiyormuş! Bu bende kalsın o zaman alayım.
Ben zaten şansa falan inanmam.
Ben de şansa inanmam, hiç. İnsan kendi şansını kendi yaratmalı.
Şans getirdiğini düşündüğün bir taşın var. Üstelik şans da getirmiyor. Ayrıca şansa da inanmıyorsun. Doğru mu duydum?
… Oralarda dikkat et kendine.”
Gürcan’ın bir kızın kalbini kazanmaktan anladığı jest ilkokul seviyesinde hoşlandığı sıra arkadaşına kokulu silgi hediye eden küçük bir oğlan çocuğu seviyesinde. İzlerken hem hayret ediyorum hem de kalbindeki bu naif aşka gülümsemeden edemiyorum. Aşkı ilk kez öğrenen bir oğlan çocuğu misali belki de ilk kez tatmaya başladığı bu duyguyu henüz tam anlamıyla kavrayamadığı için kendi duygularını sanki Pınar’ın duygularıymış gibi yansıtarak övünmeye çalışıyor. Ama dışarıdan tarafsız bir gözle onlara bakan herkes asıl heyecanlananın Gürcan olduğunu görebilir. Belki de geçmişte annesiyle yaşadıkları travma onun bu tür ilişkilere karşı kendini kapamasına neden olmuştur ya da yalnız büyümek zorunda kalan bir çocuk olduğu için bu tür insani duyguları öğrenme konusunda geride kalmıştır ama her halükârda Gürcan gelişimini gerçek anlamıyla tamamlayamamış bir çocuk gözümde.
Üstelik inanmadığı şansı getirdiğini düşündüğü ama aslında şans getirmeyen taş mevzusundan çıkabilmek için daha önce hiç kullanmadığı ve belki de anlamını bilmediği bir kelimeyi kullanması acemiliğini gözler önüne seren eğlenceli dakikalara neden olmadı diyen herkes ya bölümün tamamını izlememiştir ya da bu durumun ne kadar absürt olduğunun farkında değildir. Üstelik Pınar yanından ayrılır ayrılmaz gergin ve ne diyeceğini bilemeyen o utangaç Gürcan’dan Pınar’ın kendine âşık olduğundan emin ve kendine güvenen o özgüvenli Gürcan’a geçişinin bir anda olmasına ne gözlerim ne de kulaklarım inanabildi. Üstelik Uzay gibi sosyal etkileşimlerden ziyade daha çok rakamların dilinden anlayan biri bile asıl mevzu bahis olanın Gürcan’ın duyguları olduğunu anlayabiliyorsa bu çocuk daha ne kadar süre inkâr aşamasında yaşayabilir hiç bilmiyorum.
Bu bölümde dikkatimi çeken son ilişki dinamiği olarak Uzay ve Gürcan arasında gerçekleşen diyaloğa geçmeden önce dizi içinde verilen siyasi ve milli mesajlar dışında alttan alta devamlı olarak verilmekte olan dikkatimi çekmiş bir başka mesaj için ufak bir parantez açmak istiyorum. Özellikle sekizinci bölümde tanışmış olduğumuz kiralık katilden bozma belgesel yönetmeni sayesinde bu dizinin #metoo gibi son yıllarda sadece kadınlar arasında değil aynı zamanda televizyon vb. endüstrilerde çalışan her yaştan, kesimden, ırktan ve cinsiyetten insan için önemini ve anlamını giderek artırmaya başlayan bir akımın varlığı hakkında mesajlar verildiğinden bahsetmiştim. Hatta bu dizinin yazar grubunda verdikleri bu derin mesajlar ve erkeklere ihtiyaç duymadan başının çaresine bakabilen kadın karakterler yazmış olmalarından dolayı feminist eğilimlilerin olduğunu yazmıştım. Sanırım haklıydım da.
Bu bölümde bu haklılığımı kanıtlayan iki sahneye yer verildi ki üstlerinde durmasam olmazdı. Bunlardan ilki aşk hakkında yaptığı absürt çıkarımlar üzerine Uzay’ın “Kız senin için ölüyor. Sırılsıklam aşık. Kalp…kalp bakıyordu. Gözlerinde gördüm” diyerek kendisiyle dalga geçtiği Gürcan’ın aşk konusunda yapmış olduğu yanlış çıkarımlara Zehra’nın verdiği tepkiydi. Üstelik yaşadığımız dünyanın cinsiyetçi ayrımlarını düşünecek olursak çok da yerinde bir tepki olduğuna katılıyorum. O çağdaş dedikleri modern toplumda yaşamak ziyadesiyle zorlayıcı.
“Sen dalga geçiyorsun ama şunu sakın unutma. Kadınlar duygularını çok iyi saklar. Şöyle düşün bir kadın “hayır” diyorsa o “belki” demektir.
Gürcan, bir kadın “hayır” diyorsa “hayır” demektir. Bu saçma sapan düşüncenden vazgeç. Zaten etraf hayırdan anlamayan adam dolu. Sen yapma bari.
Tamam dikkat ederim.”
Yaşamanın kadınlar için giderek daha da zorlaştığı şu sözde modern dünyada erkeklerin kadına yönelik şiddette bulunmaları ya da kadınlara yönelik çok daha büyük suçlar işlemelerindeki en büyük pay “kadın hayır diyorsa o belki demektir” inanışına ait. Kadınlar duygularını gizleme konusunda çok yetenekli olabilirler ama bir kadın eğer yüzünüze bakarak açık bir şekilde “hayır” diyorsa bilin ki o hayırdır. Bunu naz yapmak için ya da sizi uğraştırmak için değil; açıkça sizinle bir ilişkiye başlamak ya da herhangi bir ilişkiyi devam ettirmek gibi bir niyetleri olmadığını belirtmek için söylüyordur. Her ne kadar Gürcan’ı o adamlarla aynı kefeye koyacak olmasam da böyle bir diyalog üzerinden bu mesajı vermeleri beni ziyadesiyle memnun etti. İkinci sahne ise Serdar ile Zehra’nın Fadi’nin işini yapan adamı kurmuş oldukları kumarhane tuzağına çekebilmek için restoranda otururken yaptıkları konuşmaydı.
Kadınların karşı cinsleri karşısında sadece “hayır” diyerek yaşama ve beden bütünlüğünü koruma hakkına sahip olduklarını değil; aynı zamanda erkeklerle eşit haklara sahip olarak doğduklarının güzel ve esprili bir dille anlatım bulduğu sahneyi sizinle de paylaşmak istedim. Zira ben izlerken çok büyük keyif aldım.
“Sofia Hanım, müsaadenizle. Ama tabi dün akşamki oyundan kalan siniriniz geçtiyse.
Oyunda kaybetmem hiçbir zaman sinirimi bozmaz. Buyurun.
Açıkçası ben kendim için aynı şeyi söyleyemem. Hiç sevmem kaybetmeyi. Ama tabi bir yandan da şunu düşünüyorum. Ben de bir petrol milyarderiyle evli olsaydım kaybettiğim için sinirlenmezdim.
Bir petrol milyarderiyle evlenmenize bir engel göremiyorum.
Gerçekten mi?
Neden şaşırdınız? Sadece erkekler mi milyarder olabiliyor?
Doğru diyorsunuz. Önyargılar işte. Mesela yargıç deyince insanın aklına hemen bir erkek figürü geliyor.
Aynen öyle. Yargıç, cerrah, pilot. Güçlü bir kadın olamazmış gibi.
Doğru, maalesef doğru.
İşte bu mantıkla eğer ben de bir petrol milyarderi kadınla evlenirsem ben de onun paralarını harcarken üzülmem diye düşünüyorum.”
Bu konuşmayı yaparken role girmiş olduklarını biliyor olmama rağmen onları cinsiyet kalıpları üzerine esprili bir dilde sohbet ederken görmekten büyük bir keyif aldım. Özellikle Zehra’nın “Bir petrol milyarderiyle evlenmenize bir engel göremiyorum” demesinden sonra yüzünde beliren o kocaman gülümseme ve kaşlarıyla yapmış olduğu hareket benim için bu sahneyi izlemesi daha eğlenceli bir hale getirdi. Onların gizli kimliklerinden almış oldukları keyif bir yana gerçekten de “cinsiyet kalıplarının” dışında bir hayatın olduğunu hatırlatması bakımından da çok önemli bir sahneydi. Üstelik cinsiyete dayalı meslek önyargılarının günümüz modern toplumunda hala aşılması gereken bir sorun olduğunun ifade edilmesi gibi konulara parmak bastıkları için senarist grubunu tebrik ediyorum.
Konumuza dönecek olursak ekip içi dinamikleri konusunda son olarak Uzay ve Gürcan arasında bebek meselesi üzerinden yaşanan yüzleşmeden bahsetmek mümkündür.
Uçak kazasının peşini bıraksın ve bu konuyu haber yaparak karşı istihbarat ajanlarını üstümüze çekmesin deyip eşini korkutmak amacıyla kar maskesiyle eve girip buzdolabında asılı duran ultrason resmini gördüğünden beri hayatının şokunu yaşayan Uzay, bu hafta da geçen hafta Hakkı ile dertleştiğinde olduğu gibi hala baba olacağı fikrine alışma konusunda bir yol kat edememişti. Bir baba olmanın gerektiği tüm duygusal gerekliliklerden yoksun olduğu ya da duygusal bağlamda bu haberi sindirme konusundan kaçındığı için de Gürcan onu rahatsız ettiğinde işin anlayabildiği ve aklına oturtabildiği hesaplanabilir boyutuyla baş etmeye çalışıyordu. Sahip olduğu OCD’nin tetiklediği düzen ihtiyacıyla duygularının kaosundan saklanmasını sağlayabilecek her fırsatı değerlendiriyordu.
Bu hesapların en başında da bebeğin ne zaman doğacağını hesaplamak geliyordu. Ancak bir erkeğin karısıyla olduğu en son seferi hatırlayabilmesi bana soracak olursanız Uzay için bile fazla ki çocuğun tam olarak ne zaman yapıldığını hesaplayabilmesi bana fazla bilim-kurgu gibi geldi. Sonuçta bebeğin son seferde olduğuyla ilgili bir varsayımda bulunmak zorunda kalıyor. Yapmaya çalıştığı şeyi anlayıp kendine sorular yönelten Gürcan’a seni ilgilendirmez deyip tepki göstermesi bana biraz fazla gibi geldi. Ama haberi aldıktan sonra kendisiyle konuşmaya çalışan Gürcan’ı önceki bölümlerde de nasıl azarlamış olduğunu düşününce çok da şaşırmadım açıkçası.
Kendisini ciddiye almayan ve sürekli tersleyerek kimi zaman da farkında olmadan dışlayarak ötekileştiren ekibe karşı artık bir tepki vermesi gerektiğini düşünen Gürcan’ın isyanını haklı buldum.
“Neden beni ilgilendirmiyormuş?
Çünkü Gürcan bu benim özel hayatım ve sen sadece iş arkadaşımsın.
Uzay, istersen kafanı bilgisayar ekranından bir kaldır da etrafına bak bakalım. Bu konuyu benden başka konuşabileceğin biri var mı? Yani farkında mısın bilmiyorum ama biz şu anda bir mezarlığın altındayız. Genelde ikimiziz. Aramızda iki metre var, sürekli bilgisayar başındayız. Dışarı çıktığımız da yok. Ve bu daha ne kadar sürecek bilmiyoruz. Yani yaşayan ölü gibiyiz. Sen tüm bunlara rağmen bana iş arkadaşım mı diyorsun?”
Serdar da aynı durumu Zehra’ya başka kelimelerle de olsa ifade etmişti. Birbirlerinin özel hayatı hakkında hiçbir şey öğrenmeme gibi bir protokole uymanın saçmalığını dile getirmişti. Bunun koca bir saçmalık olduğuna ben de inanıyorum. Çünkü bu ekibe katılabilmek için ailelerini geride bırakıp sahte ölümleri göze alabilen MİT ajanları için artık birbirlerinden başka güvenebilecekleri ve sırtlarını yaslayarak aile diyebilecekleri başka kimseleri yok. İnsan sosyal bir varlıktır ve tek başına hayatta kalamaz. Hayatta kalabilmek için onların durumunda ise yaptıkları operasyonlardan sağ çıkabilmeleri için başka bir insanın ya da ekip üyesinin varlığına ve onların daima arkalarını kollayacaklarına güvenebilmeye ihtiyaçları var. Bu yüzden bağ kurma konusunda ekipteki en açık fikirli insanın da onun gibi en başında burada olmak istemeyen ve hükümetlerin varlığına inanmayan birinin olması çok garip.
Bu muhabbetlerinin devamında Gürcan’ın dile getirdiği Uzay ile ilgili gerçekler ise onun ekip için sürekli planlar yapan adam boyutundan çok daha farklı bir boyutunu gözler önüne serdi.
“Ben geçen gün ne düşündüm biliyor musun?
Hangi geçen gün? Bir sürü geçen gün var. Kafam karışıyor. Daha spesifik olabilir misin?
Tamam, olabilirim. Hani şu senin doğmamış çocuğunun eğitim masraflarını düşündüğün dört farklı varyasyonlu hesabın vardı ya. Devlet okulu olabilir, özel okul olabilir, burslu okul olabilir, yatılı okul olabilir. Hatta eve yakın olursa servis ücreti şu kadar olur. Eve uzak olursa servis ücreti bu kadar olur diye kalem kalem hesapladığın kara kara düşündüğün o gün var ya. O günden bahsediyorum.”
Daha önce de dile getirmiştim Uzay çok iyi bir analist uzmanı olmasını sağlayan hesaplama yeteneğini kafasının dağılmasına neden olabilecek tüm duygularını bastırmak ve zihnini rahatlatabilmek için kullanıyor diye. Gürcan da tam olarak bu duruma parmak bastı. “Baba olmanın” ağırlığını ve duygu yoğunluğunu yaşamak için kendisine izin verme konusunda pek başarılı olamayan Uzay, zihnini bir düzen içinde tutabilmek için bebek konusunun hesaplanabilir ve kontrol edilebilir her yönünün üzerinden tek tek geçerek zihnini rahatlatmanın ya da en azından kontrol altında tutabilmenin bir yolunu arıyor. Bunu babalık duygusunu hissetmediği için değil; aksine hislerinin onu kontrol etmesinin önüne geçebilmek için yapıyor. Ama asıl dikkatimi çeken şey, baba olma konusunda pek istekli olmadığını söyleyen ve ömrü boyunca baba olmayı düşünmediğini söyleyen bir adama göre kendisinin bu bebek için fazlasıyla hazırlık yapan ve onun geleceği için endişelenen bir baba edasıyla hareket etmesiydi.
“İşte o gün ben neyi merak ettim biliyor musun? Şimdi sen şehit oldun ya.
Evet.
Ama ölmedin.
Evet.
Şimdi düşmanlarımız burayı bulsa içeri girseler çatır çatır bizi öldürseler.
Şehit etseler.
Evet, şehit etseler ama senin öldüğünü, şehit olduğunu söylemeyecekler.
Evet.
Bu durumda senin çocuğuna şehit maaşı bağlanır mı?
Eşime bağlandı. Dolaylı yoldan ona da bağlanacak.
Uzay, bu sorunun cevabını ver diye söylemiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum. İki metre ilerinde bunu düşünen biri var. Ben seni düşünüyorum. Senin doğmamış çocuğunu düşünüyorum. Senin dert etmeyeceğin şeyi bile dert edebiliyorum. Buradaki insanların artık bana soğuk ve mesafeli olmasını istemiyorum. En başta da senin.”
Bu protokolleri neye ve kime göre belirlemişler hiç bilmiyorum ama dünyanın geri kalanından öldükleri varsayımı ile ayrılan bu insanların ihtiyaç duyguları duygusal destek sistemi bakımından birbirlerinden başka güvenecek de kimseleri olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durumda yapılacak şey birbirlerinden kim olduklarını sakınmaları değil; birbirlerine tüm çıplaklığıyla kim olduklarını göstermeleri olacaktır diyerek grup dinamikleriyle ilgili yazmış olduğum bu yazıyı tamamlıyorum. İlerde grup dinamikleri söz konusu olduğunda dikkatimi çekecek daha fazla sahnenin olmasını umut ederek şimdilik aranızdan ayrılıyorum. Bir sonraki yazıda buluşmak üzere…
Göz atmanızı öneririz: Teşkilat Bölüm Yorumları