Teşkilat 12. bölümündeki operasyonları içeren değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
Teşkilat’ın on ikinci bölümü içerik olarak önceki bölümlerde de olduğu gibi Fadi’yi ele geçirip Türk mühendislerine ve Başkan’a karşı düzenlemiş olduğu saldırıların yanı sıra onu Türk Cumhuriyetine karşı geçmişte işlemiş olduğu suçlarına denk Türk adaletiyle tanıştırmayı amaçlayan karargâh ekibinin gerçekleştirmeyi planladığı operasyona odaklanmaktaydı. Ancak bu seferki operasyon Fadi’yi indirmekten ziyade MİT’in yuvası olan “Kaleye” yapılacak muhtemel bir saldırıyı önlemek amacıyla kendisini hayatta tutmak hatta Türkiye’ye getirmeye odaklanmıştı.
Bölümün yayına girmesiyle birlikte sosyal medyada başlatılan #HedefFadi’den ziyade #HedefZehSer hastaginin inadına on ikinci bölüm genel anlamda operasyonun ağırlığının hissedildiği ve ekip arası ilişki dinamiklerinin en aza indirgendiği bölümlerden olması nedeniyle içeriğinde tek bir #ZehSer sahnesi bulamadığım bir bölümdü. O yüzden ben de içeriğindeki Fadi’yi Türkiye’ye getirme operasyonuna odaklanacağım.
Ancak görebildiğim nadir #ZehSer anlarını aşağıya bırakıyorum.
Bölümün başına dönecek olursak eğer bölüm açılışını geçen hafta Pınar sayesinde telefonuna ve bilgisayarına erişim sağlanmış olan Amir’in henüz tanışmadığımız ama mali işlerini idare ettiğini anladığımız bir adamla yakın zamanda düzenlenecek olan bir saldırı planı hakkında konuşmasının kayıtlarıyla başlamış oldum. Bu kayıtların yanı sıra iki düşman unsuru arasında kurulan iletişim sırasında ele geçirilen verilerden en önemlisi olan saldırının düzenleneceği binaya ait mimari planların karargâha ulaşmasıyla birlikte Uzay da analist yeteneklerini kullanarak çalışmalara başladı. Ve Servet’in kendine göstermiş olduğu bina planları üzerinden elde etmiş olduğu bulguları onu korkunç bir sonuca ulaştırmıştı: Saldırı düzenlenmesi planlanan bina MİT’in göz bebeği olan “Kale” idi.
Geçtiğimiz haftalarda duygusal boyutunu daha fazla görmeye başlamış olduğumuz Uzay’ın bu hafta zekasıyla anılacağı saldırı yapılacak binanın Kale olacağını tespit etmiş olmasıyla kendini belli etmişti. Her ne kadar geçen hafta kaçırılacağı konusunda Serdar’ı uyarıp olayı lehlerine çevirecek güzel bir plan yapmış olsa da ben bu tarz bir zekaya en son Kasım’ı ele geçirebilmek için kimliğini tespit etmiş olduğu bir seri katili Türklere çalışmaya ikna olmuş gibi gösterdiği planında görmüştüm. Her hafta “Bir planım var ama çok tehlikeli” demesine alıştım artık.
Bu korkunç gerçek ortaya çıktıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı saldırısının düzenlenmek üzere olduğu gerçeği önce Mete Başkan’a daha sonra da Başkan aracılığıyla Müsteşar’a ulaştırıldı. MİT’in göz bebeği, namusu ve şerefi olarak sözde bahsedilen “Kaleyi” korumak için Müsteşar’dan aldığı yetkiyle her şeyi yapmaya hazır olan Mete Başkan’ın Paris operasyonu sonrası dönmeye hazırlanan ekibe ulaşması yeni bir operasyonun da fitilini ateşledi. Böylece Fadi’yi zehirleme şeklinde yaptıkları planın başarıyla sonuçlanmasını kutlayan ekibin sevincine Gürcan’ın kaçmış olduğu gerçeği dışında bir gölge daha düşmüştü. Zira kendisini zehirleyebilmek için düzenledikleri bütün operasyon ve aldıkları bütün riskler boşa gitmişti. Bu defa kendisini yaşatmak zorundaydılar.
Kaleye karşı düzenlenecek terör saldırısı hakkında ellerinde herhangi bir istihbarat olmadığından hatta saldırının ne zaman ve ne şekilde gerçekleşebileceği vb. konularda denklemin hiçbir ögesine hâkim olmadıklarından akla yatkın gelen en iyi fikir, bu saldırının sorumlusu olan Fadi’yi ele geçirerek Türkiye’ye getirmekti. Ancak bunun için de kılıcın kabzasına dokunarak zehirlenen Fadi’nin hayatını bu zehir onu yirmi dört saat içinde öldürmeden kurtarmaları gerekiyordu. Onu konuşturabilmek için alıp Türkiye’ye götürme planını ortaya atan Serdar’ın bu cesaretini de çılgınlığını da taktir ettim. Kendisi saha operasyonları söz konusu olduğunda daima yeni bir çılgınlık peşinde. Bu ölmeye niyetli olmasından mı yoksa ölmeyi bayılma sanmasından mı kaynaklanıyor, çözemedim.
Bugüne kadar onu öldürebilmek için verdikleri onca çabadan sonra şimdi onun hayatını kurtarmaktan sorumlu olmaları nereden bakarsanız bakın, büyük bir ironi. Hatta hayatın çirkin bir cilvesi de denilebilir. O yüzden de Hakkı Dayı’nın duyar duymaz verdiği tepkiye sonuna kadar hak veriyorum.
Aralarında görevin neredeyse imkansıza yakın bir görev olduğunu istişare ettikten sonra izlenilecek en iyi yolun, oğlunun medya şirketinde çalışmaya başlayan Pınar’ın edindiği istihbarata göre bugün seçim kampanyası için şirkete oğlunu ziyarete gelecek olan Fadi fark etmeden panzehrin kendisine zerk edilmesi olduğuna karar verildi. Pınar “Lisa” kimliğiyle bu medya şirketinde çalıştığından bugün kendisiyle tanışma bahanesiyle bu görevi yerine getirme görevine talip oldu. Aslında işler de tam olarak istedikleri gibi gidiyordu. Pınar şirkete adımını atar atmaz Amir onu hemen babasıyla tanıştırdı ancak Pınar panzehri kendisine enjekte etme fırsatı bulamadan çok yorgun görünen Fadi, gözlerinin önünde dengesini kaybederek yere yığıldı. O yere yığıldıktan sonraki karmaşayı fırsat bilerek çantasındaki iğneyi ona saplamaya çalışsa da ne yaptığı fark edilmeden önce kendisine engel olundu.
Bu arada oğlunun kendisine daha yeni tanıştırdığı bir kadına direkt olarak nereli olduğunu sorması Fadi için bile fazla ırkçı bir yaklaşım değil mi diye düşünürken adamın bir bakışta Pınar’ı Türk’e benzetmesi bir an için acaba kızın kimliği ortaya mı çıkacak diye endişelenmeme neden oldu. Neyse ki tam o anda durumu kötüleşti de konu arada kaynamış oldu. Adam ırkçılığı tamamen başka bir boyuta taşımaya başlamış, tebrik etmek lazım kendisini. Bir tebrik de tek bakışıyla her şeyi kavrama yeteneğine sahip olan Mervan’a gelsin. Keza sağ kol olma vazifesini layıkıyla yerine getirmekle meşguldü kendisi hem de bütün bölüm boyunca. Hep doğru insanlardan şüphe etti.
Fadi’nin bir anda bayılmasından ötürü zehirlenmiş olabileceğinden şüphelenen Mervan’ın katı önlemlerinden biri olan korumalar, Pınar tam iğneyi kendisine saplayacakken hemen baş ucundan uzaklaştırılmasına neden oldu. Durumunun ağırlaşması üzerine kendisini Paris’in göbeğinde İsrail’e ait bir özel kliniğe taşıdılar. Öyle bir klinik ki Fadi sedye üstünde içeri taşınılır taşınmaz Mervan tarafından alınan güvenlik önlemleriyle orası içeriye girmesi neredeyse imkânsız bir kaleye dönüştü. Bu da kendisine panzehri enjekte etmeye çalışan karargâh ekibinin A planının başarısız olmasına neden oldu. Pınar klinikte alınan sıkı önlemleri ve Fadi’nin mevcut durumunu ekibe bildirdiğinde Fadi’nin hayatını kurtarmak ve kendisini kaçırmak için bir B planı yapmak artık kaçınılmaz olmuştu.
Bu ara Amir de babası kadar manyakmış, görmüş olduk. Babasının Türkler konusundaki nefretini miras almakla kalmamış, babasının aksine sahip olduğu sabırsızlığı ve tecrübesizliğini belli eden öfke nöbetleriyle de kendisinin ne kadar dengesiz bir adam olduğunu ortaya koymuş oldu. Baba oğul arasındaki ilişki sandığımdan da sıkıymış. Amir her “Mervan” diye bağırdığında sesinde Fadi’nin sesinden bir parça duyuyormuşum gibi hissediyorum. O yüzden Amir karakterini oynayan genç oyuncuyu şimdiden tebrik etmek istiyorum. Rolü üstlenirken çok başarılı.
Fadi’ye panzehri verme konusunda A planı başarısız olunca yeni bir B planı hazırlamak zorunda kalan ekip, söz konusu planlar olduğunda işinin ehli olan Uzay’a başvurarak kale gibi korunduğu söylenen kliniğe girebilmek için istişare yapmaya başladılar. Görünen o ki “bir planın başarılı olmasının en iyi yolunun düşmanını iyi tanımaktan geçtiğini” çözmüş olan Uzay, kliniğin bütün girdisini ve çıktısını çoktan çözmüştü. Elindeki verilerden yola çıkarak da kliniğe girmenin ve Fadi’ye on iki saat içinde ulaşmanın en iyi yolunun, “ölü” olmak olduğuna karar verdi. Bir kere kliniğe ölü olarak girdikten sonra Fadi ile çıkış yolunu kendilerine sağlayan da Zehra’nın fikri oldu.
Uzay ve onun çılgınca planları diyeceğim ama o planların üstüne ne kadar iyi bir fikir olduklarını söyleyerek hiç düşünmeden atlayan Serdar gibi biri olunca bunu söylemesi de pek mümkün olmuyor. Normal bir insan sadece kliniğe girebilmek için ölüm fikrini hem de öyle numaradan değil; kalbinin gerçekten durdurulması şeklindeki bir ölüm fikrini bu kadar hızlı bir şekilde kabul eder mi? Serdar’ın bu ölüme ve tehlikeye koşan hallerine alışamadım. İleride de alışabileceğimi hiç sanmıyorum. Onun bu pervasız hallerine alışamayan tek kişi ben de değilim üstelik. “O zaman ben ölüyorum” dediğinde Zehra’nın kendisine nasıl baktığını yukardaki resimlerde siz de gördünüz.
Ekip planlarını yapar yapmaz daha fazla oyalanmadan planlarını hemen devreye soktular. Zira olaya müdahale etmedikleri taktirde Fadi on iki saat içinde Kale’ye yapılacak saldırının planlarını söyleyemeden ölmüş olacaktı. Önce Zehra’nın planını devreye sokup kliniğe “organ” getirdikleri bahanesini kullanarak bir helikopterle o kliniğin çatısında belirdiler. Amaçları; Serdar Fadi’yi alıp çatıya gelene kadar Mervan ve klinik çalışanlarını bir süreliğine oyalamaktı. Açıkçası bu sahnede beni en çok rahatsız eden şey, Zehra’nın kullandığı peruktu. Çünkü peruğunu hiç beğenmedim. Bu renk ona hiç yakışmamış, halbuki kumarhanede kullandığı kızıl peruk ona çok yakışmıştı.
Onun dışında bu sahnenin en çok eleştirilere tabi olan kısmının da klinikte organ bekleyen bir hasta olup olmadığı konusunda onay kodu almaya çalıştıkları sahneydi. Sahnenin gereğinden fazla uzatıldığı ve gereksiz bir gerilim yaratma amaçlı kullanıldığı konusundaki eleştirilere katılıyorum. Sahnenin bu kadar uzatılıp absürtleştirilmesine hiç gerek yoktu. Zehra sistemlerine sızabilmek için resmen kadının telefonuna el koydu. Hangi kliniğin müdürü telefonunu bir yabancının eline verip istediğini yapmasına izin verir ki saçma. Aslında bu sahnenin yazılmasının altındaki amaç, hem MİT’in her planın planladıkları gitmediğini göstermek hem de bu planı devreye soktuklarında ekibin hacker’ı olan Gürcan’ın yanlarında olmadığını göstermekti. Hatırlayın ikinci bölüm Ceren’in evi. Evdeki harekete duyarlı sistemi katabilmek için Hakkı yavaş yürüme dedikleri bir yol kullanmıştı. O da çok saçmaydı.
Tabi sahneler bazen altlarında yatan amacın ötesinde uzatıldıklarında izleyiciler de haklı olarak tepki gösterebilir hatta bu tepkiler ciddi eleştirilere sebep olabilir. Ancak yaşanan bu aksiliğe rağmen Zehra’nın kliniğe adım atmayı başarması büyük bir başarı. Onun dışında Zehra’nın Mervan’ın kendini tanıyabilme ihtimaline rağmen aldığı tek önlemin bir peruk olması biraz aceleye getirilmiş diye düşünüyorum. Onlar içeri girme görevini küçük bir aksilikle de olsa başardıkları anda Serdar da ambulansla hastanenin kapısında yanaşmıştı. Adamın ölme konusunda en ufak bir tereddüt bile etmemesi hatta bu konuya önemli bir şey değilmiş kadar rahat yaklaşması inanılmazdı. İster numaradan olsun isterse gerçekten olsun, ölebilecek olma fikri Serdar’ı en ufak bir şekilde etkilemedi. Ama ceset torbasında tıbbi açıdan ölü de olsa kliniğe girmeyi başardı. Ancak Serdar’ı ceset torbasında görmek içimi ürpertti. Onlar bu sahneyi çekerken acaba hiç mi içleri ürpermemiş, bu sorunun cevabını çok merak ediyorum.
Ceset torbasıyla kliniğe girdikten sonra morgun o buz gibi masasında Serdar’ın gözünü açıp açmayacağı gerilimi sadece ekip arkadaşlarının değil; aynı zamanda biz izleyicilerinin de neredeyse yüreğine iniyordu. Üstelik ekip arkadaşları onun ses vermesini beklerken aynı zamanda üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmeye odaklandıklarından her ismini söylediklerinde ses vermeyişinden duydukları endişeyi de mecburen saklamak zorunda kalıyorlardı. Tabi Serdar’ın ekipteki konumundan dolayı ölmeyeceğini ve bir şekilde ayılacağını hepimiz biliyorduk ama bazen bir şeyleri biliyor olsak da verdiğimiz tepkilerin değişmesini sağlayamıyoruz. Onun uyanıp ayaklanmadığı her saniye ekran başında olması gerekenden daha fazla gerildik. Aklımdan bin bir türlü senaryo geçti. En kötüsü de Serdar’ın uyanacağı ama çok yanlış bir zamanda çok yanlış bir yerde uyanacağı şeklindeydi.
Neyse ki korkulan olmadı, ekibi biraz korkutmuş olsa da kendine gelip ayaklandı. Sahnenin statiğini iyi bulan tek kişi ben değilimdir diye düşünüyorum. Çalan müziğin ritminin ceset torbasının içindeki bir kıpırtıyla değişmesi ve Serdar’ın atmaya başlayan kalbinin sesinin her atışında daha da güçlendiği ve Serdar’ın gözlerini ceset torbası içinde açtığı sahne ince ayrıntılarıyla güzel düşünülmüş bir sahneydi. Serdar’ın kalbinin atışının sesini duymak çok güzel bir ayrıntıydı da keşke ceset torbasının fermuarını açmaya başladığı andaki müzik de hiç olmasaydı. Bu arada ceset torbasını açtıktan sonra nefes almakta ve kafasını toplamakta yaşadığı güçlüğü adeta ölümden dönmüş bir adamı resmettiği o anlarda Çağlar’ın gözleri ve mimikleriyle sergilediği oyunculuk da muntazamdı. O yüzden arka planda keşke müzik olmasaydı. Sadece kulağındaki ekip arkadaşlarının sesi ve koca bir sessizlik. Düşünsenize dramatik etkiyi daha fazla arttıran bir sahne olmaz mıydı o zaman? Bence daha iyi olurdu…
Bu arada herkes adını söyleyip ses vermesini umut ederken onun cevap vermeyi tercih ettiği ismin Zehra olması detayı da gözümden kaçmadı. Teşkilat senaryo grubu bize güzel #ZehSer anları vermediğinden hayran kitlesi olarak mecburen bu küçük anları kovalayıp onlardan büyük büyük anlamlar çıkarmak zorunda kalıyoruz. Mesela sesini duyunca ekip üyelerinin hepsinin içi rahatladığı halde iyi olup olmadığını soran tek kişinin de Zehra olması da dikkatimi çeken bir başka ayrıntıydı ve tabi Serdar ne zaman ortamı yumuşatmaya çalışsa ya da gerilmiş olsa alaycı bir cümle söylüyor olduğu gerçeği. “Beni bu kadar sevdiğinizi bilmiyordum” yorumu da tam olarak buydu.
Serdar “dört dakikalık” ölümünün sebep olduğu kafa karışıklığını, oryantasyon sorununu ve de ürperme hissini üstünden atar atmaz ekibin Fadi’yi alırken karşılaşabileceği direnişe karşı kendini korumasının tek yolu olan silahı, güvenlik görevlileri ve korumalar tarafından içine bakılmayacağını bildikleri organ nakil taşıma çantasıyla sokmaları çok akıllıcaydı. Laboratuvarda kendisini bekleyen organ nakil taşıma çantasından panzehri ve silahını alır almaz planın ikinci aşamasını yerine getirebilmek için Fadi’nin odasına giden istikamette ilerlemeye başladı.
Serdar yüzündeki maskeyle panzehri kendisine enjekte edebilmek için Fadi’nin odasına doğru ilerlerken Uzay da mükemmel analist ve zoraki hacker olarak onlar görevi yerine getirip klinikten ayrıldıktan sonra geride onlara dair takip edilebilecek bir iz bırakmamak ve Serdar’ın odaya ulaştığının anlaşılmasını olabildiğince geciktirmeyi sağlamak için kliniğin güvenlik kameralarıyla oynadığı oyun iyi-hoştu da bir ara gerildiğinde kaşınan Uzay’ın bu süreçte kayışı koparacağını düşünmekten de kendimi alamamam epey yorucuydu da. Katiyen Uzay’ın yerinde olmak istemezdim. Bir ara kendisine o kadar acıdım ki bu kadar kaşınmaktan ve gerilmekten başına bir iş gelir diye bile düşündüm. Ama neyse ki güvenlik görüntülerine bakmakla yükümlü eleman işini pek ciddiye almıyordu. Eğer o da Mervan gibi birisi olsaydı bir bakışta görüntülerde bir sıkıntı olduğunu anlayabilirdi.
Serdar güvenlik kamerası görüntüleri meselesi halledildikten sonra Fadi’nin tutulduğu kattaki korumaları ortadan kaldırmaya ve ayağının altından çekmeye başlamışken Zehra da ona bir çıkış yolu sağlayabilmek için klinikten sorumlu kadını olmayan bir hastanın organ nakli sorunsalıyla oyalayabilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama bu konuda keşke daha yaratıcı bahaneler bulabilseydiler. Açıkçası Zehra’nın kendisinin değil ama senaristler tarafından onun için yazılan klinik sahnelerinin çok zayıf kaldığını düşünüyorum. O yüzden bu konudaki eleştiriler tamamen senaristlere yönelik. Bu yüzden Deniz’in oyunculuğu negatif bir yorum almayı hak etmiyor.
Bölümün en büyük esprisi hakkında iki kelam etmezsem olmaz diye düşünüyorum. Öyle bir sahne ki benim için sahnenin bütün ciddiyetini bozup uzun süre gülmeme neden oldu. Tabi Fadi’yi aldıktan sonra et kancasında asılı iken çekilen fotoğrafı kadar güldürmedi ama yine de yüzümün aydınlanmasına neden oldu. Hastanın serumunu değişme bahanesiyle karşısına çıkan korumayı atlatmaya çalışan Serdar’a adını sorduklarında sadece adının “Honore De Balzac” olduğunu söylemesi değil; korumanın da salak gibi listede bu adı aramasıydı asıl komedi. Sen Fransa’da değil de uzayda mı yaşıyorsun? Bir insan yaşadığı ülkenin yazarını nasıl bilmez. Yeni türemiş bir yazar olsa neyse de adam öleli yüz yıllar olmuş. Bu sahnedeki edebiyat mesajını sevdiğimi söylemeliyim. (Bu arada Balzac bilenler ya da bu aralar eserlerine bakmayı düşünenlere de Goriot Baba’yı öneririm.)
Bu şekilde yavaş yavaş Fadi’ye yaklaşan Serdar önündeki engelleri birer birer atlatarak Fadi’nin odasına girecek olan diğer doktorlarla birlikte Mervan ve Amir’in önünden geçerek Fadi’nin odasına ulaştığında ikinci aşama da artık tamamlanmak üzereydi. Ancak maske her ne kadar yüzünü saklıyor olsa da Mervan’ın kendisinden şüphe etmesine engel olmayı başaramadı. Zaten Mervan’da olmasa hastane güvenliği de özel korumalar da çantada keklikti. Adam tek başına neredeyse tüm operasyonun başarısızlıkla sonuçlanmasına neden oluyordu. Serdar bir kere Fadi’nin odasına girdiğinde geri kalan bütün aksiyon da çorap söküğü gibi onu takip etmeye başladı. Önce hayatlarını başka milletleri zehirleyerek sürdüren bir milletten olan doktorların bir türlü çare bulamadıkları zehrin çaresini yani panzehrini bütün doktorları odanın öteki tarafında topladıktan sonra Fadi’ye zerk etti. Daha sonra da hepsinin gözünün önünde Fadi’yi bir tekerlekli sandalyeye bindirerek o odadan çıkarmayı başardı.
Ama Fadi’nin klinikten kaçırılmasının başarısını sadece Serdar’a bağlamakta doğru olmaz tabi. Pınar ve Adem’in kliniğin kapısına attıkları “sis bombasıyla” sağladıkları kafa karışıklığına ve klinik içinde yayılmış olan güvenlik güçleri ile özel korumaların genel olarak tek bir yerde toplanmasına neden olarak Serdar’a kaçırma görevini tam anlamıyla yerine getirebilmesi için zaman kazandırmalarına da teşekkür etmek lazım. Sonra Zehra ve Hakkı’ya da Serdar çatıya ulaşmadan önce çatıdaki bütün korumaları öldürdükleri için de ayrı bir teşekkür etmek lazım.
Günün sonunda bütün bu çabalar MİT’in yuvası olan Kaleye düzenlenebilecek herhangi bir saldırı planını gerçek olmadan önce bertaraf edebilmek içindi. Tabi Mervan’ın varlığı olmasaydı bunları yapmak çok daha kolay olurdu. Mervan’ın güvenlik kameralarındaki garipliği fark etmesi, Serdar ve Zehra’yı tanıması ve çatıdan kaçılacağını da keşfetmesi Serdar’ın helikoptere kadar sırtında Fadi ile saniyelerle savaşmasına neden oldu. Ancak bu sahnede mevcut bulunan gerilimli bir nevi pastanın üstündeki krema gibiydi. Gerekli ve aynı zamanda gergin dakikalara neden olsa da izlemesi keyifliydi. Özellikle de asansör sahnesi. Bu asansör sahnesi ancak iki şekilde sonuçlanır diye geçirmiştim içimden ya asansörün kapısı açıldığında Serdar yanında tekerlekli sandalyedeki Fadi ile yüzüne dayanmış birçok silahla karşılaşacak ve ekipte hem saldırıyı durdurmaya hem de Serdar’ı kurtarmaya çalışacak ya da kapı açıldığında ne Serdar ne de Fadi orada olmayacak. Neyse ki ilki değil de ikincisi oldu.
Ancak Serdar’ın Fadi’yi patates çuvalı gibi sırtında taşırken bir yandan da peşindeki Mervan ve adamlarına elinde silahıyla karşı koymaya çalıştığı sahneyi izlemeye değerdi. O yüzden teşekkürler, Senaristler. Bu arada Hakkı’nın öldürdüğü korumalardan birinin kulaklığını kullanıp hedef şaşırtması da gerçekten çok güzeldi. Üstelik Zehra da çatıda bir anda çatıda silahını çıkarıp adamlara doğrulttuğunda epey havalı görünüyordu. En güçlü ya da en kalabalık olan değil; en akıllı olan kazanır savaşları. Bu mesajda bu şekilde bizlere işlenmiş oldu.
Serdar tüm gücüyle koşturup yanında Fadi ile helikoptere bindiğinde ve Mervan onları durdurma konusunda da başarısız olduğunda Türkler bize düşman olan herkese karşı ufak bir zafer kazanmışlardı. İnsanlık için küçük ama MİT için büyük bir adımdı. Kaleyi korumalarını sağlayacak bir adımdı. Helikopterle de bir süre hareket edip en sonunda takip edilmeyen kara araçlarıyla buluşma noktasına doğru yola çıktılar.
Fadi’yi gözlerinin önünde girilmez dedikleri kale gibi korudukları hastaneden kaçırdıklarında Paris’in göbeğinde Türklerin bu cesareti kendilerinde nasıl bulabildiklerini bir türlü anlayamayan Amir kendi beceriksizliğinin acısını güvenlik kameralarındaki hileyi çok geç fark eden bir güvenlik görevlisinden çıkarmaya çalışması, bana yeniden planları başarısız olduğunda acısını çalışanlarından çıkaran babasını anımsattı. O yüzden de Amir’i oynayan bu genç oyuncuyu sadece onun oğlunu oynamakla kalmayıp karakterine, duruşuna hatta kimi zaman konuşmasına bile babası Fadi’yi oynayan oyuncunun “üslubunu” kumaşına katan tavrını tebrik etmek istiyorum. O hem Mervan hem de üst düzey bir yetkiliyle babasını bulabilmek için Şef’in yardımına başvuradursun, ekip çoktan görevlerini tamamlayıp Âdem ile buluşma noktasına varmışlardı bile. Bagaja attıkları Fadi de sahnenin en keyifli kısmıydı.
Paket olarak nitelendirdikleri Fadi’yi dikkat çekmeden ülkeden çıkartabilmek için et kamyonuna bindirirken onu donarak ölmesin diye ısı battaniyesine sarmaları ve bu battaniyeyi bir güzel yuvarladıktan sonra bir et kancasına takarak bu çaresiz anının fotoğrafını çekmeleri bölümün kapanış sahnesinden sonra belki de en sevdiğim andı. Ve Serdar’ın sözü “Türkler adamı alır”. O kadar sevdim ki bu sözü bölüm yazımın başlığı bile yaptım.
Fadi gibi bir adamın kendi ülkesine hizmet etmek için canından geçmiş mühendislere öldürmek karşısında da hak ettiği ceza tam olarak da buydu. Eğer varsa tüm gururunun, haysiyetinin ve itibarının bir et kancasına takılmış bir fotoğrafla ayaklar altında çiğnenmesi ve dillere sakız edilmesi. Kendisine güvendiği bir ülkeden o kancaya takılmış diğer hayvanlardan hiçbir farkı olmayacak bir şekilde asılarak yolculuğuna devam etmesini çok isterdim. Zira onlar insan olma vasıflarını da insanlıklarıyla birlikte kaybediyorlar. Keşke o fotoğrafı kamuoyuna sunsalar da Türklerle uğraşmak neymiş herkes görse…
Ben kendi kendime Fadi’yi ele geçirdikten sonra onu ülkeden kaçırabilmek için koymuş oldukları et kamyonuna asılmışken ki resmini neden çektiklerini düşünürken resmin bir kopyasını Mete Başkan’ın elinde görünce yavaş yavaş bu nedeninin ne olabileceğini anlamaya başlamıştım. Ama asıl ilk bölümde finansörlüğünü bizzat Fadi’nin yaptığı Türk mühendislere karşı düzenlenen saldırıda şehit edilen mühendislere ait eşyalarının olduğu kutuya bu resmi de koyduğunu görünce anladım. Senaristlere günümüz Türkiye’sinde gerçekleşen bu hain olaylara ışık tutan saldırıyı unutmadıkları için teşekkür ettikten sonra ülkelerine hizmet etmek adına her türlü fedakarlığı yapan mühendislerimizin kaza kisvesi adı altında nasıl suikastlara kurban gittiklerini hatırlayıp bir kere daha içim acıdı.
Onlar belki bu memleketin sınırlarını korumak için ellerinde silahlarla cephede düşman karşısına geçmiyorlar, dağ tepe demeden yeri geldiğinde bu ülkenin sınırdaki komşu ülkelere de yardım için koşmuyorlar ama onlar da akıllarını kullanarak bu ülkenin savunması için canla başla çalışıp gerektiğinde canlarını ortaya koyuyorlar. Başka ülkelerde eğitim aldıktan sonra karşılarına çıkan fırsatlar ne kadar iyi olursa olsun önce ülkelerinin iyiliğini düşünüp memleketlerine dönüyorlar sonra ellerinden geleni yapıyorlar. Ama kendini büyük sanan diğer güçlerde farkında onların zihinleriyle neler yapabileceklerini. Tam da bu yüzden mühendislerimizin geçirdikleri sözde kaza ve intihar haberlerini çok duyuyoruz televizyonlarımızda. Ve ne yazık ki onlar ne ilkti ne de son olacaklar.
Fadi’yi kale gibi korunan hastaneden çıkararak Türkiye’ye getirme görevini layıkıyla yerine getiren ekip ülkedeki kolluk kuvvetlerinin ve Fadi ile iş birliği yapan özel güvenliklerin dikkatini çekmemek amacıyla Âdem tarafından ülkeye dönüşleri için Fransa’nın farklı havalimanlarından farklı saatlerde farklı aktarmalara alınan uçak biletleri ellerine geçer geçmez Serdar-Zehra-Hakkı uçuşlarına yetişmek için yola çıktılar. Ancak bu sahnenin devamında beni etkileyen şey, Mete Başkan’ın ilk bölümlerde ekip üyelerine toplantı odasında öldürülen Türk mühendislere ait eşyaları tuttuğu kutuya Fadi’nin et kamyonuna asılmışken ki resmini koymasını sağlayan Serdar’ı arayıp hem ne durumda olduklarını sorduğu hem de ekip olarak bu hassas görevi başarıyla yerine getirdikleri için kendileriyle ne kadar gurur duyduğunu dillendirmesiydi. Evlatlarıyla övünen bir babanın haklı gururu vardı sesinde.
Her ne kadar bu hassas görevi bir ekip olarak başarmış olsalar da ölme konusunda göstermiş olduğu cesaret sayesinde Serdar’ın bir tık önde olduğu konusunda kimsenin bir itirazı yoktur diye düşünüyorum. O yüzden paket ülkeye ulaşmadan önce bir an önce karargâha dönmek istemesi ve paket açıldığında buna şahit olmayı dilemesi gayet anlaşılır bir durumdu. Peşindeki kolluk kuvvetlerine ve Fadi ile iş birliği yapan özel güvenliklere rağmen hiçbir sıkıntı yaşamadan uçağa binmeyi başaran Serdar’ın gözleriyle uyumlu o takım elbise içindeki hali beni benden almış olabilir. Bu kadar yakışıklı olmakta bir suç olmalı. Onda bu yüz varken dikkat çekmemesi ve her yerde aranan biri olmaması mümkün değil. Neyse ki çok şanslı bir adam da peşindekileri atlatmayı başardı.
Fadi’nin Şirket’in kendine verdiği imkanlarla fil dişi kulesinden Türkiye’ye ve Türklere karşı düzenlediği saldırıların aksine ilk kez bu topraklara ayak basarken ki halinin bu kadar perişan olması dikkatimi çekti. Halbuki yuvarlak masadayken ya da Avrupa ülkelerinin herhangi birinde gerçekleştirmeyi planladığı terörist saldırılarını ve suikast girişimlerini pratiğe dökerken ne kadar da iyi giyiniyor ve heybetli görünüyordu. Bu kontrast bilerek mi yapıldı yoksa hasta yatağından kaçırıldı diye mi böyle oldu bilmiyorum ama “neyim değil ne olacağım demek gerektiği” gözlerime hitap eder bir şekilde görmüş oldum. Üstelik bu haliyle iki Türk bayrağı arasında duruşu da efsaneydi.
Kendini aslan sanan sırtlanın Türklerin elinde kuzu oluşu gerçekten anlatılmaz yaşanır bir sahneydi. Onu boynu bükük bir şekilde iki Türk bayrağı arasına koymayı yazan senaristleri de bu mizanseni görsel bir şekilde önümüze koyan genel yönetmeni de görüntü yönetmenini de hatta o dekoru hazırlayan her bir set arkası çalışanını da hem yanaklarından hem de alınlarından tek tek öpmek istedim. Yaşanan onca şeyden ve kanına girmiş olduğu tüm insanlardan sonra onu bu şekilde çaresiz görmek içimin yağlarını eritti. Üstelik hak etmediği halde onun gibi bir adama bile nasıl olduğunu soran Mete Başkan’ın karizmasını da öylece tanımlayacak bir kelime benim lügatımda yoktu. Ama sizin lügatınızda varsa buyurun bana yazın.
Kendine suikast düzenleyen bir adama bile terörist olduğu halde Türk misafirperverliği gösteren Mete Başkan’ın karşısında titreyen Fadi’nin kendiliğinden çözülerek yardım teklifinde bulunması ise bölümün en bomba sahnesi olarak zihnime kazınmış oldu. Bölüm kapanışlarını her daim etkileyici sahnelerle yaptığını söylediğim Teşkilat’ın bu bölümünün finali de Mete Başkan’ın ağzından dökülen “Türkiye’ye hoş geldin” oldu. Fadi’nin aksine bu sözleri söylerken devleşen Mete Başkan ve Serdar’ın dimdik ve Türk oldukları için gururlu oldukları her halinden belli olan bakışları ile ikonik duruşlarıyla hem bir bölümün hem de yazımın sonuna geldik.
Benim bu bölümden kendi payıma çıkardığım Mehmet Akif Ersoy’un da dediği gibi “Ne mutlu Türk’üm diyene”. Boşuna dememişler “Türk olmak zor çünkü bütün dünyayla savaşmak zorundalar ama Türk olmamak daha zor, çünkü Türklerle savaşmak zorundalar” diye. Bunu diyen her kimse bir bildiği varmış diyerek yazıyı noktalıyorum. Haftaya görüşmek üzere…
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 82. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.