Teşkilat 33. bölüm reytinglerinde hem totelde zirveden geriye düştü yerini korudu hem de her kategoride kan kaybetti. Total’de 8,09 reyting ile 3., AB’de 8,14 reyting ile 2. ve ABC1’de 8,21 reyting ile 3. oldu. Bölüm değerlendirme yazısı konuk yazar Hande‘den. Keyifli okumalar…
32.bölümün açılış sahnesi sıklıkla görmeye alışkın olduğumuz gibi bir önceki bölümün kaldığı yerden yani kendine Bay X diyerek gaz-hidrat ayrıştırma formülünün peşine düşen ve MİT sunucularına erişim sağlayarak bu gayesinde de kısmen başarılı olan Adele kıskıvrak yakalayan #ZehSer’in ondan gaz-hidrat ayrıştırma formülünü korumak için gerekli anahtarı aldıktan sonra başlarına gelen aksiyonla başladı. Adele adil bir şekilde yargılanması için ülkelerine götürmeye hazırlanan Serdar ve Zehra’nın araçlarının önünü ebedi düşmanları olan Elçi ve Ceren’in kalabalık bir insan ordusuyla kestiklerini görünce nefesim kesilmişti. Bütün hafta boyunca aklım bu sorunun nasıl çözüleceği ve bizimkilerin nasıl kurtulacağına takılıp kalmıştı. O yüzden de malum sahne bünyesinde Ceren ve Elçi’yi barındırıyor olsa da açılış sahnesini gözlerimi ekrandan hiç ayırmadan -aksiyon dolu olacağı umuduyla- bir nefeste seyrettim…
“Sizin parçalara ayrılmış olmanız gerekmiyor muydu?
Parçalandık ama yıllar sonra tekrar birleştik.
Peki. Bir dahakine öldüğünüze emin oluruz biz de.
Kimin önce öleceği belli olmuyor. Keşke fırsatınız varken değerlendirseydiniz.
Geç kalmış hissetmiyorum.”
Yollarını kesen eli silahlı teröristlerin karşısına bir başına çıkmasına yüreği el vermeyen Zehra’nın Serdar’ın peşine takılması “anca beraber kanca beraber” mesajı veren hoş bir romantik jest olsa da Serdar’ın bu eylemden memnun olmadığı yüzünden belli oluyordu. Önceki gece aralarında geçen konuşmadan sonra onu reddeden Zehra’ya kızgın da olsa en büyük zaafının o olduğunun bilinmesinin Zehra için tehlikeli olabileceğinden korkuyordu. Kendi canını hiç umursamayan Serdar’ın rahat tavrının Zehra’yı görünce yerini panik ve korkuya bıraktığını anlamak için uzman olmaya gerek yoktu. Elçi’nin karşısında geri adım atmaya hiç niyeti yoktu. Depodaki patlamadan sağ çıkmayı nasıl becerdiklerini bilmedikleri Ceren ve Elçi’nin ölmemiş olmalarından ötürü duydukları hayal kırıklığını dile getirmekten hiç çekinmeyen Serdar ve Zehra’nın bu cool tavırlarını izlemeyi çok sevdiğimi söylersem abartmış olmam herhalde.
Ceren ve Elçi’nin çoğu Teşkilat izleyicisi tarafından sevilmediklerinin ve hikayelerinin bir an önce bitirilmesi için can atılan iki karakter olduğunun farkındayım ama diziye dahil olduklarından beri Kahraman çiftimiz Zehra ve Serdar’ın kontrastları olmaları bakımından hikâyede oynadıkları bir rol daha da önemlisi yerine getirdikleri bir vasıf olduğunu da inkâr edemeyiz. Normalde Ceren ve Serdar’ın aynı karede olmalarını hiç sevmem ama kahramanlarımızın kendi kontrastları olan düşmanlarıyla yüz yüze gelerek yarattıkları “çatışmayı” seyretmek zevkliydi. Özellikle de Zehra’nın Ceren’le olan karşılıklı sahnelerinde bu 2 güçlü kadın karakterden aldığım enerji beni ekrana bağlamaya yetiyordu.
Ceren’in Serdar’ı elemanlamaya çalışan bir Şirket ajanı olduğunu öğrendiğinden beri ondan hiç hazzetmeyen ancak kızının peşine düştüğünü öğrendikten sonra Ceren’den nefret etmeye başlayan Zehra gibi sezonun başında sorgu odasında tanıştıklarında ona böcekmiş gibi davranan Zehra’nın tavırlarını hiç beğenmeyen Ceren’in de Yıldırım’ın istediği gibi Serdar’ın yanında olma planını engellediği için Zehra’dan nefret ettiği saklamaya çalıştıkları türden bir sır değildi. Bu iki kadın erkeklerin dünyası olarak adlandırılan bir dünyada birbirlerinden sadece İstihbaratçı olarak değil; aynı zamanda birer kadın olarak kişisel nedenlerden ötürü de nefret ediyorlar. Bu yüzden her karşılaşmaları birer olaya özellikle de aksiyona dönüşüyor. Zehra’nın zaafının kızı olduğunu Yağmur kaçırıldığında öğrendiğinden beri bu anı yaşamayı hayal ettiğini bildiğim Ceren’in kızı kaçırıldığında dükkanını basıp boğazını sıkmasının öcünü almak istercesine konuyu Zehra’nın kızına sıçratması korkunçtu. Ceren iyi ki gerçekten anne değilmiş aksi taktirde onu yetiştirdiği kıza çok üzülürdüm. Bu kadının kalbinde küçük çocuklar için bile merhamete ve de şefkate yer yok.
Onu kızını öldürmekle tehdit ettiğini duyduğunda tüm soğukkanlılığını yitiren Zehra’yı tam üstüne saldıracağı sırada tutan Serdar’ın reflekslerini tebrik etmek istiyorum. Sahada delirmesine alışkın olduğumuz Serdar’ın bu defa rolleri değiştirerek Zehra’yı sakinleştirmeye çalıştığını izleyince aklıma 22. bölümde kızının nereye götürüldüğünü sormak için Ceren’in boğazına yapıştığı zaman Zehra’yı nasıl sakinleştirdiği geldi. Ve iki bölüm arasında kurulan paralelliğe tek kelimeyle bayıldım. Aralarının duygusal açıdan en kötü olduğu zamanlarda bile zaafları konusunda birbirlerine destek olmaktan vazgeçmemeleri çok hoştu. Serdar bunu “bilinçli” olarak mı yaptı yoksa birbirlerinin iyiliğini gözetip en zor anlarında destek olma konusunda artık bilinçsizce mi hareket ediyorlar hiç bilmiyorum ancak bu destekleme durumunu severek izlediğimi söylemeliyim. Onu kızıyla vuramayacağını anlayınca aralarındaki duygusallığı hedefe oturtan Ceren’in ölmeyi hak ettiği bu sahneyle tescillenmiş oldu. “Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş” misali…
Gürcan’ın Bay X’in laptopuna uzaktan erişim sağlayarak konumunu açık etmesinin stratejik olarak saçma olduğunu ve bilgisayarında ele geçirilme ihtimaline karşı bir casus yazılım olabileceğini tahmin edememesi bence büyük bir sorun. Eninde sonunda bilgisayarının şifresini kırabilecek kadar iyi olabileceğini düşünerek Gürcan’ın yeteneklerini ona karşı kullanması adil bir saldırı yolu olmasa da akıllıcaydı. Bence Uzay orada olsaydı böyle bir hata da olmazdı. Gaz-hidrat ayrıştırma formülüne yapılan saldırıyı durduran Gürcan’ın böyle basit bir oyuna kanması hiç hoş olmadı.
Bay X’in laptopuna uzaktan erişim sağlayarak başlattığı “küçük kıyametin” sonucunda karargahtaki siber güvenliğin ihlal edilmesi ve Karargâh ekibinin gerçek kimliklerinin açığa çıkmış olmaları ihtimali Adele başka hiçbir devlete ya da teröriste teslim edemeyecek kadar önemli kılmaktaydı. Gerçek kimliklerinin daha da önemlisi de yaşadıklarının ortaya çıkması diplomatik bir krize neden olabilirdi. Bunun yanı sıra bir daha asla saha görevine çıkmamak üzere arşiv odasında emekliliklerini bekleyebilirdiler. Üstelik Adele’in Şirket ve Elçi için bugüne kadar yapmış olduğu siber işler konusundaki bilgisi de Elçi’nin onu MİT’in eline bırakmaması için kuvvetli bir neden yaratıyordu. Her iki tarafın da ona olan ihtiyacının hayati boyutlarda olması aralarındaki bu iyi-kötü çatışmasının gerilimini de tırmandırıyordu.
Nemesis’in üzerindeki etkilerinden kurtulup iradesini geri kazandığı halde Nemesis programına olan dahiliyetinden ötürü onu öldüremeyeceklerini bir kez daha hatırlatan Serdar’ı Adele onlara teslim etmesi için Zehra’nın hayatıyla tehdit etmelerini Serdar’ın en büyük kabusunun gerçek olması şeklinde değerlendirmek hiç yanlış olmazdı. Serdar daha küçük bir çocukken ailesini korkunç bir şekilde kaybederek bu dünyadaki en büyük acıyı yaşamış oldu. Şimdi bunun üstüne bir de ailesi olarak gördüğü Zehra’yı da kaybederse bir daha asla toparlanamaz. Dağılır ve bir daha da eskisi gibi olamazdı. Bu yüzden düşmanının gözlerinin içine korkusuzca bakmak dışında arabaya dönene kadar yaptığı tek farklı eylem Zehra’yı canı pahasına korumak oldu. Ki Hulki ve Hakkı’nın onları kurtarmak için zamanında destek kuvvet olarak gelmeleri de iyi oldu. Yoksa Serdar nasıl bir karar vermek zorunda kalırdı sahiden bilmiyorum.
Ülkelerine hizmet etmelerini engelleyebilecek bir İstihbarat açığını kapatmaya kendi canlarından daha fazla önem veren Zehra ve Serdar’ın ülkeleri için ölümü göze almaları yeni bir şey değil. Bin ömürleri olsa ülkeleri uğruna binini de verirler ama içinde bulundukları durumda başlarına gelebilecek en kötü şey ölmek değil; birbirlerini kaybetmekti. Kendi ölümlerinden çok birbirlerini kaybetme korkusuyla kaç kere direkt emre karşı geldiklerini unutmamak lazımdı. Serdar daha geçen haftaki bölümde Zehra’nın canının tehlikede olduğunu düşünerek yanlış ve de aceleci bir karar verip yolunda giden bir operasyonu mahvetmişti. Mevzu bahis Zehra olduğunda aynı şeyi bir daha yapmayacağının da hiçbir garantisi yoktu. O yüzden Serdar’ı kendi hayatıyla değil; Zehra’nın hayatıyla tehdit etmeleri çok akıllıcaydı.
Yeteneklerinin eş değer olması bana Adele ve Gürcan yan yana gelselerdi acaba nasıl olurlardı sorusunu sordurttu. Gürcan hiç dışarı çıkmadığı için hep o “Pınar’ı kıskanıyor” kısa bir süreliğine de olsa Pınar’ın Gürcan’ı kendisinden kıskanabileceği bir kadın karaktere hikâyede yer verilmesi eğlenceli olabilirdi. Böylelikle gücünün yetmediği şeyler için Gürcan’ı azarlamaktan da vazgeçerdi. Gürcan ona aşık davranmasa Pınar buna nasıl tepki verirdi bilmiyorum ama Gürcan sürekli nelerin tehlikede olduğuyla ilgili nutkunu dinlemek zorunda kalmasaydı çok daha iyi olurdu…
Geçen haftaki yorumumdan sonra bunu okuyan arkadaşlar ve bu noktaya geldiklerinde hala defalarca sevmediğimi söylediğim Ceren ve Elçi’den söz ettiğimi gören “anti gruplar” benim iki yüzlü olduğumu ya da sadece kafası karışık bir vatandaş olduğumu düşünüyor olabilirler ancak size şu kadarını söyleyeyim Ceren ve Elçi’den söz etmeyi sorun etmediğim tek sahneler bölümün giriş sahneleriydi. Bay X yanlarındayken #ZehSer çiftinin kontrastları olan Ceren ve Elçi’yle yüz yüze gelmeleri ve sonrasında alışveriş merkezinin içinde etmiş oldukları kavga “kendi içindeki iblisi” yenme noktasında metamorfik bir anlam da taşıyordu. Ceren’in umurumuzda olmayan geçmişini ve Elçi’nin abartılı intikamını izlemek yerine kahramanlarımızla teke tek dövüşerek kozlarını paylaştıkları anları izlemeyi tercih ederim.
“Başımıza yeterince dert açtın.”
Serdar’ın alışveriş merkezinin içindeki koşuşturuşu özellikle de merdivenleri çıkışı ben de sahnenin tüm ciddiyetini alıp götüren bir etki yarattı. Bu durumda Çağlar’ın son zamanlarda aldığı kiloların mı bir etkisi var yoksa koşuşturma biçimi normalde de mi öyle bilmiyorum ama hiç beklemediğim bir anda yüzümü güldürdüğünü söyleyebilirim. Yanlış anlamayın ben asla insanlara dış görünüşlerinden dolayı yaftalamalarda bulunacak bir insan değilim. Herkes mutlu olduğu ölçüde güzeldir derim daima ama koşuşunda beni güldüren bir yan olduğunu da inkâr edemezdim. Neyse ki bu gülme hali Serdar ve Elçi’nin dövüştüklerini görmemle çabuk dağıldı. Tüm güzel hikayeleri anlamlı kılan şeyin içinde barındırdığı çatışma olduğu gibi her kahramanı gözümüzde yücelten de gücüne denk düşmanlarının olduğu bir dünyada yaşıyor olmasıdır. Clark Kent’i Superman yapanın da bir nevi Lex Luthor’la olan çatışması olduğu gibi.
Serdar’ı alışveriş merkezinin içinde üstelik bir yandan da etrafında dört döndüğü Adele yakalamanın peşindeyken Elçi’yle yakın dövüş halinde izlemek benim için anlatılması mümkün olmayan çok büyük bir zevkti. Özellikle de Elçi yere kapaklandığında seyir keyfim katlanarak arttı. Uzun zamandır ödeşmeyi beklediği adamla kavgaya tutuşma imkânı bulan Elçi’nin daha iyi bir performans göstermesini beklerdim. Açıkçası birazcık “hayal kırıklığına” uğradım. Ki dar alanlarda çekilen dövüş sahnelerine harcanan emeğe ne kadar saygı duyduğumu herkes bilir. Buna rağmen Çağlar’ın bu haftaki bölümdeki dövüş sahnesinde en iyi performanslarından birini gerçekleştirdiğine şahit oldum…
Ne düşündüğünüzü çok iyi biliyorum madem Serdar o kadar iyi dövüştü nasıl oldu da Elçi az kalsın onu boğuyordu diyorsunuz. Buna verebileceğim cevap dövüş sahnesine dikkatlice baktığınızda Elçi’nin onun gibi kötü bir adamdan beklenebileceği gibi hile yaptığı olacaktır. Alışveriş merkezinde çalışan güvenlik görevlisinin yanlarına geldiğini fark ettiklerinde iki azılı düşmandan ziyade kardeş gibi can ciğer kuzu sarması olan ikilinin çok samimi oldukları andan faydalanan Elçi beklenmedik bir darbe indirerek üstünlüğü ele geçirmeyi başardı. Bu arada yerel polislerle başlarını belaya sokmamak için kısa süreliğine bile olsa sarılan Serdar ve Elçi karesinin sahneye aksiyon dışında bir komedi tadını eklediğini söylemeliyim. Güldüm ama gülüşüm yerde yatan Serdar gerilimiyle çok kısa sürede yitip gidiverdi.
“Sen öyle san. At silahını, bırak.”
Bu kavganın kazananının Serdar olması bir yana açıkçası Superman mantığıyla benzer bir şekilde Wonderwoman olduğunu düşündüğüm Zehra’nın Ceren’le kadınlar tuvaletinde yaptığı yakın dövüşü de çok beğendim. Bu sahnede erkeklerin dövüş sahnesinde olduğu gibi bir komedi anı yaşanmadı ki açıkçası bu durum beni hiç şaşırtmadı. Çünkü bu dizinin kadın karakterleri erkek karakterlere kıyasla daha ciddi daha ölümcül ve korkutucular. Elçi de Serdar da senaryoda zaman zaman büyümeyi becerememiş iki oğlan çocuğu olma rolünü üstlenirlerken hem Zehra hem de Ceren duygusal bir bağ kurdukları bu erkeklerin aksine daima sorumluluklarının bilincinde ve görev aşkıyla hareket ediyorlardı. Yapılması elzem olanı yaparak erkeklerin dünyasında hayatta kalma savaşı veriyorlardı. Ama bu defaki dövüş sadece Adele almakla ilgili değil; aynı zamanda aralarındaki vadesi dolmuş hesabı da kapatmakla ilgiliydi.
Zehra’nın Ceren’i duvardan duvara vuruşunu ve sonrasında da duvara yaslayarak boğmaya çalışmasını izlemek çok zevkli olsa da bu defa ben de hayal kırıklığı yaratan isim Zehra’ydı. Sahne kadrajına girer girmez Ceren’i elinde silahla görünce kızlar arasındaki kavganın daha ölümcül olacağını anlamıştım ama Ceren’i arkası dönük yakaladığı halde Zehra’nın hiç beklemediği bir hamle karşısında elindeki silahı düşürmesi çok büyük bir sorundu. Ancak buna rağmen Zehra’nın kendisine yöneltilen saldırı hamlelerini iyi püskürttüğünü düşünüyorum. Ben de hayal kırıklığına sebep olan şey, daha önce Zehra’nın çok daha iyi dövüşebildiğine şahit olmuş olmamdı. Ekipten ayrıldıktan sonra Serdar’ın başına gelenleri araştırmak için bir başına operasyona çıktığında evine izinsiz girdiği kadınla dövüştüğü sahne aklımdan çıkmıyor. Dar alanda Ceren’e attığı her yumrukla içimin de yağları eridi. Zehra ondan kızının öcünü almayı uzun süredir bekliyordu. Bu yüzden onu duvarlara savurması normalde olduğundan çok daha anlamlıydı…
Adele karnındaki yaraya bakarken dikkati dağılan Zehra’nın yediği darbe çok sert olsa da hemen ayaklanabilmesi ve anında Ceren’in peşine düşme gayretini taktir ettim. Belki tek başına Adele yakalamayı ve korumayı başaramadı ama günün sonunda Adele alan kahramanlarımız oldu. Zehra olanları unutmaz ve vakti geldiğinde ona bu yaptığını mutlaka ödetir. Bu konudaki düşüncemi de biliyorsunuz. Ceren’i öldüren Zehra olmalı. Ki bu dövüşle birlikte dizideki iyi ve kötü karakterler arasındaki çatışmayı sadece mental anlamda değil; fiziksel olarak da izleme fırsatı buluyoruz.
Bu haftaki bölümün hikayesinin üç bölüme ayrıldığını söylemek yanlış olmaz. Bu amaçlardan ilki karargâha yaptığı siber saldırıdan sonra Adele yakalamaktı. Karargâh ekibi ağır yaralı olarak da olsa Adele ele geçirmeyi başardılar. Bir sonraki amaçları karargâhtan çaldığı bilgileri depoladığı yere tek parça halinde ulaşabilmekti ama bunun için öncelikli olarak onu sağlığına kavuşturmaları gerekiyordu. Tam bunu yapmaya çalışırken Serdar ve Zehra arasında kendini belli eden gerginlik ekip arkadaşlarının da yavaş yavaş aralarındaki meseleyi anlamalarına neden olmaya başlamıştı. Aklı yemekte ve dövüşmekte olduğundan çevresinde olup bitenlerden bihaber olan Hulki bile Serdar’ın gerginliğinden bir şeyler olduğunu anladı. Ki kadını hayata döndürmeye çalışırken ettikleri kavgaya ve aralarındaki cinsel gerilime şahit olan Hakkı’nın bakışlarından anladığım kadarıyla aralarındaki meseleyi çözmesine az kalmıştı.
Zehra’nın bir köşede dudaklarını asarak oturuşunu ve Serdar’ın bakmadığını bildiği anlarda ona bakmasını izlemek aralarındaki kavganın cinsel gerilim yüzünden olduğunu bilmemden ötürü izlemesi eğlenceli bir sahneydi ama aynı anda susarak birbirleriyle bütün iletişimi koparmaları anlamına da geldiğinden üzüldüğüm de bir andı. Aralarındaki konuşulmamış hisleri eninde sonunda konuşmak zorunda kalacaklardı. Etki-tepki kanunuydu bu. Hislerini ne kadar kuvvetli bastırmaya çalışırsan mutlaka kullandığın güce denk ölçüde bir direnişle karşılaşırsın. Bunun kaçışı yoktur.
Serdar’ın geçen haftaki aşk itirafına dürüstçe karşılık vermek yerine duygularına göre hareket edemeyeceklerini söyleyerek bu konuyu bir daha açılmamak üzere kapatan Zehra’ya çok sinirlenen Serdar’ın ona karşı tavır takındığı artık gözlerinin içine bakmamasından belliydi. Ki bu durum #ZehSer’in hikayesi açısından benim için çok büyük bir sorundu. Her hafta yazılarımda Zehra ve Serdar’ın birbirlerine olan duygularını ifade etmek için kelimelere ihtiyaç duymadıklarını söylüyorum. Bu ikili birbirlerine karşı hissettikleri duyguları konuşma gereği duymadan birbirlerinin gözlerinin içine uzun uzun bakarak anlatabiliyorlardı. Serdar’ın öfkesiyle aralarına giren bu soğukluk onları sadece birbirlerinden uzaklaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda aralarındaki o eşsiz iletişimi de koparmalarına sebep oluyor.
“Profesyonel bir şekilde işimi yapıyorum, Zehra.
Hayır, sen bana resmen tavır yapıyorsun.
Senin de istediğin bu, değil mi?
Ne ilgisi var? Ben sana bana düşman ol mu dedim?
Sana düşman olduğumu nereden çıkarıyorsun?
Bakışlarından. Doğru düzgün yüzüme bile bakmıyorsun, Serdar.
Sana bakmak istemiyorum.
Neden?
Çünkü sana baktıkça…
Bana baktıkça ne?”
Aralarındaki çözümlenmemiş duyguların neden olduğu gerginliğin operasyona sirayet ederek ekiptekilerin dikkatini çekmeye başladığını anlayan Zehra’nın bu konuya çözüme kavuşturabilmek için Serdar’la konuşmayı seçmesi çok doğru bir hamleydi. Zira hislerini bastırmanın akıllıca bir yol olmadığı konusunda Serdar’a katılıyor olsam da bunu yapmanın yeri katiyen operasyon değildi. Zehra neden hislerine göre hareket edemeyeceklerini ona detaylı şekilde anlatmıştı. Halit Başkan aralarındakileri öğrenirse ayrılmak zorunda kalacaklarını ve Vatani görevlerinin hissettikleri şeyden daha kutsal olduğunu ama Serdar’ın bütün bunları anlamak istemeyeceğini düşünememiş. Zehra’nın bunu yapamayacaklarını söylemesi aralarındaki duyguları daha az gerçek yapmadığı gibi onları hissetmediği anlamına da gelmiyordu. Zehra’nın onu sevdiğini söylememek için direnmesi kendisini sevmediği anlamına gelmiyordu. Kaldı ki Zehra aslında Serdar’ın duygularının karşılıklı olduğunu da ima etmiş oldu. Aksi taktirde bu konuşmayı defalarca yapmış da olmazlardı. Ancak hislerine karşılık vermemesini “hayır” olarak algılayan Serdar’ın tavrı çok çocukçaydı.
Serdar’ın hislerini açıkça ifade etmek konusunda daha cesur olsa da Zehra’nın kararına saygı duymak konusunda çocukça davrandığı da inkâr edilemez bir gerçek. Zehra’nın kararından memnun olmamaya hakkı var ama suratını asarak operasyon boyunca onun yüzüne bile bakmaması fazla çocukçaydı. Bu hayatta istediğimiz her şeye sahip olamıyoruz ama memnuniyetsizliğimizin acısını da dünyadan çıkarmaya çalışmıyoruz. Zehra’nın duygularına göre hareket edemeyeceklerini söylemesini sanki o duyguları hissetmiyor oluşunun işaretiymiş gibi algılaması Zehra’nın hislerini umursamadığı anlamına geliyordu. Zehra’nın onu sevdiğini bilmesine rağmen takındığı bu tavır beni üzdü. Serdar’a neredeyse çok kızacaktım ki Zehra’ya bakmak istememesinin altında yatan gerçek nedeni anlayınca onu hemen affediverdim. Zehra’nın yüzüne bakmak istememesinin nedeni onu görmezden gelmeye çalışması değildi.
Zehra’ya her baktığında gözlerinde kaybolarak “aşkına” yenildiği için Zehra’nın yüzüne bakmak istemiyordu. Ki bu konuda da ona hak vermediğimi söyleyemem. Âşık olduğu kadın “bu konuştuklarımızı unutalım” demişken ona her baktığında yeniden âşık olup tüm öfkesini ve kızgınlığını unuttuğunu nasıl söyleyebilirdi ki söyleyemezdi. O yüzden Serdar’ın “sana her baktığımda” diyerek başladığı cümlesini bitirememesini çok iyi anlıyorum. Kişisel tecrübemden biliyorum kendisine çok kızdığım halde gözlerinin içine her baktığımda kızgın kalamadığım karşı cinsten biri oldu. Eğer biraz şanslıysak hepimizin hayatında öyle biri olmuştur. Serdar onu duygularını ifade etme konusunda yalnız bırakan Zehra’ya çok sinirlendiği halde yüzüne hele de gözlerine baktığında kızgın kalamayacağını bildiği için öyle davrandı. Aşktan konuşmamaları gerektiğini söyleyen bir kadının yüzüne baka baka “konuştuklarımızı unutmamız lazım diyorsun ama ben sana her baktığımda yeniden âşık olduğumu hatırlıyorum” demeyi gururuna yediremedi…
“Yüzüme bak. Konuş benle.
Ne yapayım? Hiç âşık olmamış gibi mi davranayım?
Duyacaklar sessiz ol.
Duysun, hepsi duysun. Delirtme beni. Açacağım camı bağıracağım dışarıya Zehra’yı seviyorum diye.
Çocuk musun sen? İkimizi korumaya çalışıyorum, anlamıyor musun? Niye her şeyi berbat etmeye çalışıyorsun?
Ettim mi evet belki de çoktan ettim. Her şeyi berbat ettim. Ben duygularımı saklamakta senin kadar usta değilim.
Olmak zorundasın. Neyin neden nasıl olduğunu benden çok daha iyi biliyorsun. Aramızda duygusal bir şeyin olmasının imkânsız olduğunu benden çok daha iyi biliyorsun. Benim asıl kızdığım şey ne biliyor musun?”
Serdar’ın aşkının derinliğini ve sevdiğinde sevdiği insanlara ne kadar derinden bağlandığını bilmeyen Zehra için o son kelimeler tamamlanmamış bir cümle olsa da ona bakması için Serdar’ın yüzüne dokunduğunda bir şeyleri fark etmiş olmalıydı. Bilinçli olarak olmasa da bilinçaltında bir yerlerde Serdar’ın o cümleyi nasıl tamamlayacağını biliyor olmalıydı. Zira karşılıklı duygularıyla ilgili konuştukları her şeyi unutmaları gerektiğini söyleyen birine göre Serdar’ın ona arkasını dönüp gitme ihtimalinden çok etkilendi. Eğer duygularına göre hareket etmemeleri onların hayrınaysa Zehra Serdar’ın gözlerinin içine bakmamasından neden bu kadar rahatsız oldu diye çok kafa yordum. Çünkü Zehra da bunun tutkunu ve buna muhtaç. Hayatından koparılıp alınması tehlikesini yaşamadan Serdar’ın yanında olup gözlerinin içine bakmasına ihtiyaç duyuyor. Her ne olursa olsun; Serdar’ın yanında olacağından emin olmak istiyor.
Âşık olduğunu itiraf edip ondan ayrı düşmektense Serdar’ı yanında tutabilmek için hissettiklerini söylememeye razı oluyor. O yüzden de Serdar’ın kendine hâkim olamayıp sürekli duygularını dışa vurmasını bencillik olarak görüyor ve sinirleniyor. Halit Başkan’ın onları ayırmasına neden olabilecek bir şeyi kendi rızasıyla yapabildiğini anlayamıyor ki onun gözünde Serdar onları korumak için elinden geleni yapmıyor. Serdar hislerini daha yoğun yaşayan bir insan zira anne ve babasını erken yaşta kaybetti. Ne alakası var diye soracaksınız ama biz insanlar yoğun duygularımızla başa çıkma yöntemlerini çocuk yaşta anne ve babamızdan öğreniriz. Serdar’a aşkla nasıl başa çıkacağını ve birini sağlık bir şekilde nasıl sevebileceğini öğretebilecek hiç kimsesi yoktu. Bu yüzden de insanları severken hep çocuk kaldı, Serdar. Ceren onu bu yüzden manipüle edebildi. Çünkü söz konusu kalbi olduğunda Serdar hala bir çocuktu. Bu bir yandan da güzel bir şey çünkü Serdar sevdi mi en derinden katıksız ve çıkarsız seviyor; sevdiğini bırakmıyor.
Serdar söz konusu kalbi olduğunda hislerine nasıl ket vurması gerektiğini bilmiyor aksine sadece onları yaşamayı biliyor. Zehra ise kendi de bir ebeveyn olarak hayata karşı hazırlıklı olmayı bazen sevdiklerinle yan yana olabilmek için bir şeylerden fedakârlık etmeyi biliyor. Çatışmalarının temel noktası da bu aslında. Birbirlerini anlayamamaları ve kavga etmeleri bile farklı geçmişlerden hayatın farklı noktalarından yola çıkmış olmalarından. Aslında aynı şeyi istiyorlar ama bunu farklı şekillerde yapmaya çalışıyorlar. Çünkü sevgi denildiğinde bu dünyadaki herkes kendini tanımını yapıyor. Sevdiklerini tutamamış ve gözünün önünde yitip gitmelerine seyirci olmak zorunda kalmış Serdar için sevdiğini korumanın yolu aşkını dile getirip bu aşka sahip çıkmak iken annelik içgüdüsüyle sevdiğini korumanın yolunun onu şefkatle himaye altına almak olduğunu düşünen Zehra için de hislerini kendi gözünden bile sakınmaktı ki bu yüzden Zehra birlikte kalabilmek için bir birliktelik ihtimalinden vazgeçerken Serdar dünyaya ilan etmek istedi.
“…Benim acı çekmediğimi sanman, bunu benim istediğimi sanman, beni suçlaman. Senin buna hakkın yok.
Ne yapacağız peki?
Susacağız. Unutacağız.
Unutacağız…nasıl?
Bilmiyorum.
Biliyor gibi davranıyorsun.
Bilmiyorum. Tek istediğim bunun Halit Başkan’ın kulağına gitmemesi.
Olmadı ben…gider her şeyi söylerim. Başkan’ım ben Zehra’yı çok seviyorum. Hatta o da beni seviyor derim.
Beni gönderemez ama seni o dakika gönderir.
İyi, işimize yarar. İstediğimiz bu değil mi? Birbirimizi daha rahat unuturuz belki de.
Bunu yaparsan yemin ediyorum seni asla affetmem.”
Zehra’nın duygularına hâkim olma konusunda ondan daha iyi olması kavuşamadıkları için onun gibi acı çekmediği hele de onun kadar âşık olmadığı anlamına gelmez. Serdar kendini tutamayıp hislerini haykırıyor diye o daha çok aşık ve o daha çok acı çekiyor diye bir çıkarım yapılamaz. Çünkü hiç kimse Zehra’nın içinde kopan fırtınayı bilmiyor. O yüzden Serdar’ın kendisi hakkında verdiği peşin hükme dayanamayarak acılarının ortak olduğunu dile getirmesi beni çok mutlu etti. Bir an gerçekten de konuşmadan odayı terk edecek ve cümlesi yarım kalacak diye çok korktum. Neyse ki arkasını dönüp gitmesinden korkan tek kişi ben değildim de Serdar onu yolundan çevirebildi. Hiçbir şeyin yarım kalmadığından emin olmak isteyen Serdar şimdi arkasını dönüp gitmesine izin verirse birlikte olabileceklerini hayal etme hakkının bile ortadan kalkabileceğini düşünüp tam zamanında onu yolundan çevirdi. Zehra’yı kolundan tutup kendine doğru çektiği temas anında aralarında yaşanan elektriklenme de gözümden kaçmadı. Kavga ediyor ve anlaşamıyor olmalarına rağmen aralarındaki elektriği ben bile hissettim. Aralarında harika bir elektriklenme var.
Fark ettiniz mi bilmiyorum ama Serdar’ın onun hakkında verdiği hükme dayanamayıp hislerini açık ettiği ve onun kadar acı çektiğini söylediği anda Zehra sadece duygularını belli etmiş olmadı aynı zamanda Serdar’ın da kısa bir süre gülümsemesini sağlamış oldu. Serdar belki de ilk defa hissettiklerini gizleme konusunda Zehra’nın da kendisi kadar zorlandığına tanıklık etmiş oldu. Onu gülümseten şey Zehra’nın da aşk acısı çektiğini ve bu ıstırabında yalnız olmadığını bilmekti. Mantığının ve sağduyusunun sesini dinleyen kadının mevzu bahis aşk olduğunda zorlandığını bilmek ona yalnız olmadığını hissettirdi ama çok da kısa sürdü. Zehra’nın hislerinden kaçamayacağını söylemesini beklerken her şeyi unutmasını söylemesi onu hem hayal kırıklığına uğrattı hem de umudunu kaybederek tepesinin atmasına neden oldu. Onun da kendisi gibi ezilip büküldüğünü görmek için elinden geldiğince sıkıştırmaya çalıştı.
Keşke Zehra da duygularını korkusuzca dile getirse ama bir konuda haklı. Halit aralarındakini öğrendiği anda onları ayırırdı. Bu görev için kendini ölü gibi gösterdiğinden Zehra gidemeyeceğine göre Serdar gitmeye mecbur kalırdı. Sadece sevdiği kadından değil; aynı zamanda aile bildiği insanlardan da ayrılmak zorunda kalırdı. Zehra kendisini düşünerek aşklarının Halit Başkan’ın kulağına gitmesini istemedi ama yüreği çocuk kalan Serdar için hislerini itiraf etmeden önceki zamana dönüp hiçbir şey olmamış gibi davranmak mümkün değildi. Zehra’nın da hislerine yenik düşmenin eşiğine geldiğini fark eden Serdar için bu konuşmanın sonrası sahiden Başkan’a söylemeyi düşündüğü şeyleri değil; aksine içinde Zehra’ya karşı söylemek istediği ne varsa hepsini dışa vurduğu anı kapsıyordu. Serdar aralarında yaşanılanları sahiden de Mete Başkan’a anlatmayı düşünmüyordu. Sadece son kez Zehra’nın gözlerinin içine bakarak “ben Zehra’yı çok seviyorum. Hatta o da beni seviyor” diyebilmek istedi ancak bedeli çok ağır oldu…
Operasyona dönecek olursak eğer başlarına bela açıp karargahtaki “bilgileri” çaldığı yetmiyormuş gibi yaralı haliyle hala pazarlık yapma peşinde olan Adele’in arsızlığından etkilendiğimi söylemeliyim. Karargahtaki hassas bilgileri çalmamış olmasa bırakın ne hali varsa görsün derdim. Kendisini salın; bakalım yakalanmadan nereye kadar kaçma fırsatı bulacak derdim. Böylece aç kurtlara yem olmamak için “beni koruyun” diyerek ekibe yalvardığını görebilirdim. İçinde bulunduğu durumun ahvalini düşünmeden pazarlık yapmaya çalışmasına ne kadar sinirlendiysem karşılıklı sorgulama yapan #ZehSer ikilisinden gelen ve bu işteki çıkarının “hayatı” olduğunu söyleyiveren tutumlarına da bir o kadar âşık oldum. Siz duymaktan sıkıldınız ama ben söylemekten sıkılmadım. #ZehSer çiftinin elektriği bir başka.
“Seni neden öldürelim ki bizim böyle bir niyetimiz yok.
Daha kötü planlarımız var.”
Türk İstihbaratı’nın eline geçince teröristlerin ve terörist işbirlikçilerinin akıllarına neden işkence geliyor bilmiyorum ama ilk sezon Fadi’nin sevgilisi Leyal de başına aynı şeyin geleceğinden korkmuştu gayet net hatırlıyorum. Halbuki zekanı kullanıp alabileceğini bilgiler için işkence yaparak neden zaman öldüresin ki anlamıyorum. Her şeyden önce verimli bir yol değil; onu da geçtim diğer ülkelerin “İstihbarat servisleri” neler yapıyor bilmiyorum ama biz de işkence yasak. Bu yüzden onları ölüm ve işkenceden daha kötü bir son bekliyor olabileceğini düşünemeyen kötü adamların vizyonsuzlukları beni çok sıkıyor. Ama aralarındaki anlaşmazlığa rağmen Zehra ve Serdar’ın Adele karşı birlik olup konuşmazsa “kendisini Amerika’ya vereceklerini” söyleyerek göz korkutma taktiğine başvurmalarını da çok sevdim.
Zehra ve Serdar’ın peşlerine takılan Amerikan İstihbaratını savuşturmaya çabalarını izlemeden önce güvenli evde sadece ikisinin kaldığı sahneleri izlemeyi çok sevdiğimi söylemeliyim. Zehra’nın aşk itirafını geri çevirmesi ve onu bir köşeye çekerek aralarındaki gerginliği çözmeye çalışmasından sonra onunla aynı odada bile durmak istemeyen Serdar’ın yarattığı fiziki ve duygusal mesafe izlemesi ilginç sahneler çıkardı. Son zamanlarda konuşmadan sadece bakışarak anlaşmaya ve fiziksel bağlamda yavaş yavaş birbirlerine dokunmaya başlayan bu ikilinin arasına giren mesafe beni üzdü. Eskiden aynı koltukta yan yana oturup birbirlerine dokunmak için bahane ararlarken bir masanın ucunda bile oturamamaları çok büyük bir değişiklik. Zehra oturunca Serdar’ın kalkmasını gözünün içine baka baka ona karşı tavır alamayacağını bilmesine bağladım. Ki birbirlerinden bakışlarını kaçırmaya çalışmaları çok tatlıydı…
Paris’in göbeğinde Serdar ve Bay X bulamayacaklarını anlayan Yıldırım’ın yönlendirmeleriyle Amerikan İstihbaratı peşlerine düşünce hafif durgunlaşmaya başlayan bölümün senaryosuna da bir hareket gelmiş oldu. Serdar’ın gelen adamları erken fark etmesiyle çatışmaya girmek zorunda kalmadan Adele’i de alıp evden çıkmayı başardılar ancak asıl serüven de bu noktadan sonra Türk İstihbaratından çalınan istihbaratı geri alabilmek için Belçika’ya tek parça halinde varmaya çalışmalarıyla başladı. Coğrafik olarak bakıldığında Paris’ten Belçika’ya gitmek zor bir şey değildi ama peşlerinde onları yakalamak için can atan 2 İstihbarat Teşkilatı (Fransız ve Amerikan) olduğu düşünüldüğünde gerçekleştirilmesi öyle kolay bir hedef de değildi. Böyle söyleyince birçoğunuz bana kızacaksınız ama Zehra geçen sezon söylediğinde haklıydı. Herkes söylemek istediğini başka bir anlama çekti ama sahiden de dünyanın en büyük yanılgısı MİT hafife almalarıydı. Oysaki dünyanın parmakla gösterilebilecek sayılı İstihbarat Teşkilatlarından biriydi.
Kostüm departmanı #ZehSer konusunda haftalardır beni mahvediyor. Birbirleriyle konuşmuyorken ve bütün iletişim yollarını kapatmışken adeta kabuklarına çekilmişken de uyumlu giyiniyor olamazlar ya bu uyumları beni öldürecek. Her operasyondan önce ne giyeceğinize birlikte mi karar veriyorsunuz yoksa “kalp kalbe karşıymış” mı diyorsunuz? Bu arada kaçarken alışık olduğumuz gibi “kahraman erkek önden gider” klişesini yapmadığınız için teşekkürler de Amerikan İstihbaratınım dışarıda sadece bir adam bırakması bana hiç de inandırıcı gelmedi. Çok kötü bir stratejiydi. Hulki’nin tam zamanında arabayla kapıda belirmesi ve onları takip edemesinler diye tekerleklere sıkması ise iyiydi.
Bu haftaki bölümde Amerika’yı temsil eden adam Şirket için çalıştığını bildiği Yıldırım’la saygı çerçevesinde konuşurken birkaç saat sonra Mete Başkan’ın yani MİT “Özel Operasyonlar Başkan Yardımcısı’nın” karşısına çıkıp mandasındaki sıradan bir adamla konuşur gibi taleplerde bulunabiliyor. Aynı anda hem teröristlerle ahbaplık kurup hem de Türk Hükümeti’nde taleplerde bulunabilme yüzsüzlüklerinin adına politika diyebilmeleri ne hoş. Bu iki yüzlü tavrı geçtim talepleri yerine getirilmediğinde bir MİT mensubunu Kale’de tehdit etme cüretkarlığını nereden alıyorlar çok merak ediyorum.
Neyse ki Mete Başkan kendisiyle eFmir eri gibi konuşma hadsizliğinde bulunan adama hak ettiği gibi ağzının payını verdi de adam neye uğradığını şaşırdı. Ne yalan söyleyeyim Mete Başkan’ın ikonik sahnelerini izlemeyi özlemişim. “Sizden emir almayız” dediği sahneyi öyle çok sevdim ki daha sonra defalarca izledim. “Biz kimsenin kuklası değiliz. Bize gelip birtakım taleplerde bulunarak her istediğini alamazsınız” mesajını alttan alta vermiş oldu. Johnson denen adam Mete B. konuşup da istediğini alamayınca hayatları üzerinden güç gösterisi yapmaya karar verdiği piyonlardı Karargâh ekibi. Başkan’ı kariyeri ve sahadaki ajanlarının canıyla tehdit etmesi onun umurunda bile olmadı. Aksine tehdidini ciddiye almak yerine adama odasından çıkana kadar eşlik ederken “rüyanda görürsün” demiş kadar oldu.
Dünyada korkak ve sadakatsiz insanlardan sonra en nefret ettiğim insan grubu diğerlerine karşı önyargılı davranan ve kendi geçmişine bakmadan başkalarını yargılayan insanlardır. O yüzden kimlerle iş tuttuğuna ve geçmişte neler yaptığına bakmadan Tövbekârdı içinde bulunduğu koşulları anlatmasına bile izin vermeden yargılayan Çetin benim için bitti. Bu yüzden Tövbekârdın onlara laf sokma sahnesi için bile olsa yazımda kendilerine yer vermek istemedim. Halit’in Defne’yi bulsun diye Pınar’ı onun yanına göndermesi bile bahsetmeye değer değildi. Bu andan sonra Çetin hakkında tek söyleyebileceğim hikâyede onunla tek yapabilecekleri şeyin ya geçmiş bağlantılarından ötürü Pınar’ın geçmişindeki bilinmezlikleri bizim için aydınlatması, Yıldırım’ı satması ya da bunu yapmaya çalışırken ölmesidir…
Paris’in tüm sokaklarında didik aranırlarken saklanmak amacıyla başlarını sokabilecek bir yer bulmalarını sağlayan Adem’i taktir ediyorum. Bir görünüp bir kaybolarak bütün bunları nasıl yapıyor bilmiyorum ama onun Alâeddin’inki gibi bir cin olduğundan zaman zaman şüphe ediyorum. Âdem diyorlar adam geliveriyor; sonrasında neye ihtiyaçları varsa onu hallediyor ve anında kayboluyor. Harika bir iş çıkarıyor ama Belçika operasyonunun tüm övgüsünü de o hak etmiyor. Ekip Belçika’ya kazasız belasız tek parça halinde ulaşabildilerse bunu çoğunlukla Uzay’a borçlular…
Belçika’ya doğru yola çıktıklarında Paris’teki ekibe karargâhtan stratejik destek sağlayan Uzay’ı görünce kendisini ne kadar çok özlediğimi fark ettim zira onun senaryodaki yokluğu fazlasıyla hissediliyordu. Bu yüzden umarım bir daha onsuz bir bölüm izlemek zorunda kalmayız diyerek başlıyorum. Fransa’dan çıkmanın başarması zor bir görev olacağını biliyordum ama Karargâh ekibini gölgelerde saklanmak zorunda kalan vampirler kadar etkileyeceğini hiç düşünmemiştim. Halka açık alanlarda 7/24 izlendiğimizi bilmek tüyler ürpertici olsa da İstihbarat dediğimiz şey bu teknolojilerin kendine sağladığı bilgilerden faydalanan bir mefhum. O yüzden “Bing Brother” hissini veren İstihbarat takibi sahnesini izlemek karargâh ekibinin “görevlerini layığıyla yerine getirmelerinin” aleyhine de olsa hoşuma gitti.
Teşkilat senaristlerinin beklemediğim anlarda yaptıkları ters köşe hamleler beni şaşırtmaya ve heyecanlandırmaya devam ediyor. Amerikalılar bizim ekibin içinde olduğunu düşündükleri tırın peşine düştüklerinde bizimkilerin içinde olmadığını varsaymıştım hatta tırın içinde olmadıklarına yemin bile edebilirdim. Ki senaryo açısından da seçenekler kısıtlıydı ya tırın içinden çıkmayacaklar ve tüm bu yaşanan heyecan Paris’ten gerçek çıkma yöntemlerini gizlemek için kullandıkları bir paravan olacaktı ya da tırın içinden çıkarak peşlerindeki Amerikalıların eline geçecek ve biz de işkence gördüklerini seyretmek zorunda kalacaktık. Tam da bu noktadan sonra beklemediğim bir senaryo hamlesi yaşandı. Karargâh ekibi ne tırın içinden çıktı ne de tırda değillerdi diyebildim. Bu bir şaşırtma taktiği değildi sahiden de tırın içindeydiler ama onları bulmak için yollarını kesen Amerikalılara ve Fransızlara yakalanmamayı başardılar.
Ben daha başında bizimkiler zaten o tırın içinde değillerdir diye oturduğum yerden rahat rahat izlemeye başladım. Ne zamanki Belçika’ya gidiş güzergahlarında onları yakalamak için araç araması yapıldığını öğrendiler ben de tırın içinde olduklarını anladım ve yakalanacaklar diye gerilmeye başladım. Neyse ki Uzay oradaydı da hem B hem de C planı önceden hazırlanmıştı. Bu konuda benimle hem fikir olanınız var mı bilmiyorum ama ben Uzay’ın zekasına ve aklının çalışma şekline bayılıyorum. Görünürde bütün gün bilgisayar ekranlarına bakan bir adam gibi görünüyor ama çoğu zaman sahadaki arkadaşlarının hayatlarını kurtaran onun planları oluyor. Bu seferki de bir istisna olmadı. Tırın içinde üstü kapalı bir biçimde duran aracı ve tünelin yarattığı kör noktayı trafik kameralarından kaçınmak için kullanarak araba değiştirmeyi akıl etmeleri çok basit ama elegan bir plandı. Tırın içine gizlenmiş olan araca binerek adamların yanından peşlerinde kimse yokmuş gibi rahat rahat geçebilmelerini izlemek tek kelimeyle muhteşemdi.
Amerikalılar Fransız dostları sayesinde belki tırı bulmayı başardılar ama böylesine basit bir planla kandırılabilmeleri beni epey güldürdü. Arabanın lastiklerine binen yükün tünelden çıkarken azaldığı gerçeği bir yana tünele girmemiş bir aracın tünelde çıktığını fark edememelerinin en önemli nedeninin ezberci zihniyet olduğunu düşünüyorum. Sade bir araca odaklanmak yerine tünele giren çıkan araçların hepsine dikkat etselerdi bu detayı zamanında yakalarlardı ama herkese bir Uzay nasip olmuyor. Bu dizide kontrastı olan bir karaktere rastlamadığım tek kişi o. Sadece İsrail istihbaratı Zehra ve Serdar’ın peşine düştüğünü gördüğümüzde bir çakmasına rastladık ama o da aslının görkemini göstermekten öteye geçemedi. Amerikalıların yerinde Uzay olsaydı eğer bizim ekibi çoktan kıskıvrak yakalamıştı.
Uzay’ın planı sayesinde varış noktasına yani Belçika’ya ulaşan Karargâh ekibinin hikâyenin son ayağı olarak geçen haftaki bölümün en sonunda gerçekleştirdiği siber saldırıyla Türk İstihbaratından çalmış olduğu bilgileri geri almaya gelmiştiler ama bu eyleme geçmeden önce birazcık da olsa Ceren ve Elçi konuşmak istiyorum. Kötü adam vasfıyla hikâyede kendilerine yer bulduklarından kimsenin gerektiğinden daha fazla görmek ya da duymak istemediği çiftin enerjisi bana Alias dizisinin Lauren ve Stark’ını anımsattığından ilgimi çekmeyen bir dinamikleri olduğunu söylesem yalan söylemiş olurum. Elçi dur durak bilmeyen paranoyası ve kıskançlığıyla yakında Ceren’i boğazlar ya da Ceren “ona da ihanet etmenin bir yolunu bulur” diye düşünmüştüm ama şimdiye kadar bu düşündüklerimin hiçbiri olmadı…
Elçi’nin ailesinin katilinin kim olduğunu bilip bilmemek konusunda yalan söylediğini düşünerek telefonunu karıştırıp bu şüphelerinde sonuna kadar haklı olduğunu kanıtlayan yazışmaları gördükten sonra gerçeği öğrenmek için Elçi’yi silahla tehdit etmesine hiç şaşırmadım hatta “seni vururum” dediğinde ciddi olduğuna ve blöf yapmadığına inandım. Elçi’nin konuşmamak için inat etmesinin sonunu getireceğini ve onu vurmayacağına gereğinden fazla güvendiğini düşündüm ama Ceren tetiği çekmekte tereddüt etti. Bu da kendisine kızıp onu arabadan indirmiş olsa da Elçi’nin bu hayatta değer verdiği nadir insanlardan biri olduğunu anlamamı sağladı. Ki Elçi’nin öldüğünü öğrendiğinde hele de Serdar tarafından öldürüldüğünü öğrendiğinde intikam almak isteyeceğini düşünüyorum. Hedefi de belli: Zehra.
Gelelim tüm düğümlerin çözüldüğü noktaya yani Adele’in Belçika’daki mekânında tuttuğu istihbarata kimlerin erişim sağladığına çünkü o saatten sonra her şey kontrolden çıktı. İçeriye ilk girenin Elçi olduğunu gördüğümde elini bizim ekipten çabuk tuttu diye düşünerek endişelenmiş ancak daha sonra çalınan istihbaratın şifreli olduğunu hatırlayıp sevinmiştim ki sevincim kısa sürdü. Neden ve nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde bütün istihbarat şifresiz olarak Elçi’nin önündeki ekranda belirmeye başladı. İşin en kötü yanı elde ettiği istihbaratlardan biri de Karargâh ekibinin mensuplarına ait gerçek kimlik bilgileri ve operasyon bilgileriydi. Birkaç hafta önce ekibi tuzağa çektiğinde kimlikleri ortaya çıkmıştı zaten diyebilirsiniz ama bir insanın neye benzediğini bilmekle kimliğini bilmek arasında çok fark var. Bir de bu göreve katılabilmek için kendilerine “öldü” süsünü verdiklerini öğrenince her şey buraya kadarmış dedim. Bu saatten sonra hikâyenin ekibin lehine ilerleyebilmesinin tek yolunun da Elçi’nin ölmesi olduğunu bile tweetledim.
“Merhaba. Adın her neyse. Kötü oldu bu işte.
Neden?
Bu bilgileri gören herkes öldü.
Eee, siz zaten ölüsünüz. Ama hayalet gibi dünyanın her yerinde geziyorsunuz. Bravo.
Yerinde olsam bu kadar rahat davranmazdım.
Ne yapayım benim de huyum bu. Ben sana bir şey söyleyeyim mi senin yerinde olsam hiç rahat olmazdım.
Ellerini arkada birleştir. Seni biraz daha rahat ettirelim.”
Neyse ki Zehra ve Serdar tam zamanında mekâna giriş yaptılar. Elçi ekibe ait kişisel bilgileri flash belleğe yükleme fırsatı bile bulamadan suratına yöneltilmiş 2 silahın namlusuyla göz göze gelmek zorunda kalmış. 40 yıl düşünsem Ceren’in onu terk ederek dolaylı yoldan da olsa ekibe bir iyilik yapmış olabileceğine ihtimal bile vermezdim. Ancak tam olarak da olan buydu. Gerçi Elçi niceliksel olarak az olmasını nasıl olsa birazdan Amerikalılar gelecek diye hiç ciddiye almadı ama ben alışveriş merkezinde yarım kalan yüzleşmelerini yüz yüze gelince tamamlayabileceklerini düşünüp bu sahneye epey bir yükseldim. Yalnız söylemeden edemeyeceğim silahını bıraksın diye önceden Adele mekâna sokmaları taktiksel anlamda çok akıllıcaydı. Serdar kendisine silah doğrulttuğunda Elçi öylece kala kaldı…
Zehra’nın Elçi’ye silah doğrulturken gözlerini kaçırmadan kendinden emin duruşunu izlemek beni çok etkiledi. Ama en çok dikkatimi çeken detay Amerikalıların birazdan orada olacaklarını bilmesinin keyfini çıkaran Elçi’nin Zehra’yla flört ederek direkt iletişim kurma eyleminde bulunmasının Serdar’ı fazlasıyla rahatsız ettiği gerçeğiydi. Kimliklerinin açığa çıkma tehlikesiyle yüz yüze geldikleri anda Serdar’ın içindeki kıskanca yeniliyor olduğunu görmek çok ilginçti.
Adele’in MİT’e daha doğrusu karargahtaki mensuplara ait bilgileri tamamen sileceğine inanmamalarından ötürü bir kereliğine mahsus olmak üzere Gürcan’a sistemine erişim izni vermesini istediklerinde Adele direniş gösterdi ama Serdar’ın baskı ve göz korkutmalarına daha fazla dayanamayıp hemen boyun eğdi. İyi ki de öyle oldu zira Gürcan sisteme erişim sağladığında Amerikalıların onları kendi hür iradeleriyle serbest bırakmalarını sağlayacak istihbaratı da çekmiş oldu. Başka bir deyişle Amerikalılar geldiğinde Zehra ve Serdar o mekândan burunları bile kanamadan çıkmayı başarabildilerse bunu verilerini ele geçiren Gürcan’a ve o verileri koz olarak kullanan Mete B. borçluydular. Gürcan sisteme bağlanarak tüm kişisel bilgilerini kurtarmakla kalmadı; Amerikalıların da geri çekilmelerini sağladı. Baba oğul olarak böyle sahnelerinin artarak çoğalmasını diliyorum diyerek senaristlerimize de mesajımı iletiyorum.
“Silahımı indirmem için beni öldürmeniz lazım
Bizi öldürmeniz lazım.”
Sonuç olarak Mete Başkan’ın elindeki kozu Amerikalıların temsilcisi Johnson denen adama karşı kullanmasıyla geri çekilme emiri alan ajanlar Elçi’nin düşündüğünün aksine geri çekilerek kendisini Serdar’dan alacağı intikamında yüzüstü bırakmış oldular. Ancak kısa bir süreliğine de olsa Zehra ve Serdar’ın “dünyaya karşı biz” hallerini izlemeye bayıldım. Çıkar üzerinden kurulan dostluklarla anca bu noktaya kadar gelebilirsin. Senden elde edebilecekleri bir çıkarları olmadığında ya da çıkarları seni satmayı gerektirdiğinde böyle ortada kalabiliyorsun. 3 yıl intikamını bekledikten ve almaya bu kadar yaklaştıktan sonra terk edildiğini anladığında yüzündeki sırıtmanın yerini ihanete uğramanın verdiği öfkeye bırakmasını izlemeye bayıldım. Ancak en çok da Serdar’ın ne olduğunu bilmediğimiz korkunç bir gerçeği kulağına fısıldayan Elçi’yi öldürerek bu intikam olayına bir son vermesini hem şok olarak hem de severek izlediğimi söyleyerek geciken yazımı tamamlıyorum.
Haftaya Görüşmek Üzere… Hoşça Kalın…
Yazıdaki fotoğraflar için @CatDoctor_, @snowflakeiiy ve @missgecee ‘e teşekkürler…
Yalı Çapkını 83. bölümdeki en önemli sahnelerden biri Ferit'in rüyası idi. Bu sahne üzerine PSİKOLOGROZA…
Yalı Çapkını'na dair analizlerini pek sevdiğimiz Özge (OZZY)'nin yazılarını siz de özlemiştiniz değil mi? 83.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine bir diğer yazı da śeviyoletta 'nın kaleminden taptaze bir analiz.…
Yalı Çapkını 83. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.
Deha 8.bölüm yorumu Büke ‘nin kaleminden. Keyifli okumalar.
Yalı Çapkını 82. bölüm üzerine PSİKOLOGROZA kaleminden taptaze bir analiz. Keyifli okumalar.