‘Can Koran’ görünmese de varlığı ile ; ‘Süreyya Koran’ ise Zuhal Olcay’ın inanılmaz performansı ile bölüme damgasını vuran karakterler. Bu bölümün teması acılar, yüzleşmeler, kadere haykırış ve gözyaşları… Diziye kendini kaptırıp cuma sabahına gözleri şiş uyananlar kimler? Aynaya baktım da, listeye beni yazabilirmişsiniz çünkü bölüm boyunca Süreyya’nın acısını inanılmaz gerçeklikle ekrana yansıtan Zuhal Olcay’ı gözlerim dolu dolu izledim ve izledikçe aklımdan tek geçen ‘Allah kimseyi evlat acısı ile sınamasın.’ oldu.
Geçtiğimiz haftaki bölüm değerlendirmesinde Can’ın Koran ailesinin bir ferdi olmaktan kaçış planı çerçevesinde bunu planlamış olamayacağını yazmışım, bu bölüm sonrasında da fikrim değişmedi. Bölüm içinde sorgulandığı gibi bir intihar olabilir mi? Hayır, zannetmiyorum. Üstelik Can’ın ölüp ölmediği ise beni şimdilik çok ilgilendirmiyor. Can’ın hikâyemize önemli bir katma değeri var mıydı tartışılır. Yine de hikâyemizdeki varlığı son buldu ise; bize ‘toprağı bol olsun’ demek düşer, kendisi bu hikâyedeki ‘iyi’ lerden biriydi. Ya sizce?
Peki ya ölmediyse? En eğlenceli teori geçen hafta yazının altındaki yorumlarda gizliydi: Can’ı bir balıkçı teknesi kurtarmıştır ve yaralıdır, bilinci yerinde değildir. Aradan yıllar geçer, Garipçe ’deki balıkçı barınağında meczup olarak yaşamını sürdüren Can, aynı köyde kendinden habersiz bir şekilde aile kuran Cansu ile tesadüfen karşılaşır. Cansu’nun “abii” haykırışları ile hafızasında aydınlanma yaşayan Can sağlığına ve ailesine kavuşur. Cansu-Kerem ve yeğenleri ile mutlu mesut bir yaşam sürer… (Ayla’ya hikâyenin sonuna kattığı renk için teşekkürler)
Görünen o ki; senaristin bir karakteri konudan çıkartmak için en sevdiği yöntem olmalı: deniz kazası. Hem trajik, hem de ucu açık. Hikâyenin gidişatına göre lastik gibi istediğin yere çekebilirsin. Direk öldürebilirsin ya da yaralı kurtarabilirsin. Yaralı kurtulmasını birbirinden farklı olarak kurgulayıp hikâyeye apayrı bir kanat açabilirsin; ya bilinci kaybolmuş bir şekilde kurtulur kimliğini hatırlayamaz, ya da bilinci yerindedir ama yüzü yanıktır insan içinde çıkmak istemez, böylelikle çekimlere farklı bir oyuncu ile devam etme şansınız da vardır… Birbirinden farklı onlarca hikâye ile karşılaşabiliriz. Can’ nın naaşı henüz bulunamadığına göre ilerleyen bölümlerde bir anda karşımıza çıkabilir, hazır mıyız?
Böylesine bir belirsizlikte en zoru beklemek olmalı. Tüm Koran ailesi bu bekleyişteki streslerini ekrana yansıtmayı çok iyi başardılar. En güzeli ise Süreyya’nın Metin’e tepkisi idi, o dayanılmaz acının içinde Metin’in gözünün önünde olmasına dayanamaması çok doğal değil mi?
“Eğer onu buradan götürmezseniz yarın sabah cesedini denizden çıkartacaklar beni de buradan kelepçelerle götürecekler”
Haklısın Süreyya, bence de katli vaciptir…
Peki ya Metin sadece durup denize bakarken Levent’in ek kurtarma ekibi organize etmesine ne demeli? <3 <3 <3 İlerleyen sahnelerdeki büyük karşılaşma sonucunda anlaşılan o ki Metin kafesteki kuşun kapısının Levent tarafından açıldığını ve kuşun uçmaya çok yakın olduğunun farkına vardı. Rakibini gözünden tanıdı ama aferin ona. Levent’in tanışma sırasında eli havada kaldı ya, dilerim ki o el bir gün Metin’in yüzüne okkalı bir tokat olarak iner.
Cansu’nun kaza haberini alır almaz kaçışı ile Kerem bir başına endişe ile kaldığında ekran başında hangimiz üzülmedik onun adına? (Gerçi hala arabaya atlayıp peşinden gitmeliydi diye düşünüyorum) Hiç değilse adresine ulaşmak için aklına gelen ilk yöntem çok doğruydu ama personel dosyasında istediği bilgileri bulamadı. Haftalardır sorguladığımız ‘patron olarak personeli Cansu’nun soyadını nasıl bilmez’ konusu böylelikle açığa kavuştu hem de sosyal medyada bulunmamaları açıklamasından daha akla yatkın bir şekilde. Hmm, demek Çalhan Holding’de sigortasız eleman çalıştırılıyor, sağlık bakanlığı teftişinden yırttınız ama SGK denetiminden korkun asıl… Alo 170 miydi ihbar hattı?
Kerem Oliva’da personel dosyalarında hiç bir şey bulamadığını haber vermek üzere Mert’i aradığında telefonu Ece açtı ya, o anda gerilim müziği çaldı zihnimde; Kerem’in telefon açıldığında Ece konuşmaya başlamadan ‘Mert’ ile başlayan bir diyaloğa geçmesini bekledim, ama telaşım yersiz çıktı. Oysaki ne güzel olurdu…
Cansu abisinin odasında dolaptan gömleğini alıp sarılıyor ya, tatlım o gömlek tertemiz, yıkanmış ütülenmiş dolaba asılmış, abinin kokusu onda ne yer alsın? Keşke giyildiği belli olan bir kıyafet olsaydı… Yine de Cansu’nun gömleğe sarılıp abisinin geri dönmesi karşısında ona mutlu gelen her şeyden; Ece’den, Oliva’dan hatta Kerem’den vazgeçebileceği haykırışı hangimizin içinin yağlarını eritmedi. Ya siz kaybettiğiniz bir şeyin geri gelmesi için nelerden vazgeçebilirsiniz? Kendi adıma Cansu ile hem fikirim, bölüm hastagi olarak seçilen #ailemiçin ben de bireysel mutluluğumdan feragat edebilirim.
Biraz da Çalhan’ların mutlu(!) aile tablosuna bakalım… Mert’in Cansu ile tanışma kahvaltısına gitmemesi ile dengeler bozuldu doğru ama görünen o ki babaanne – torun ilişkisi düzelme yolunda. Mert adım adım hayatını yönlendirmelere karşı gelerek kendi kontrolü altına alıyor. Kahvaltıda neleri yiyeceğine karar veren babaanne evleneceği kıza karışmaz mı? İlahi… Acaba Mert’i bu kadar değiştiren ‘kim’ daha doğrusu ‘kimlerden’ sorusunun yanıtını öğrenince ne yapacak? Ama Mert’in yanıtına ba-yıl-dım: ‘Kalbi iyilerden’. Ece’nin gerçekten de pamuk gibi bir kalbi yok mu? Yumuşacık…
Bölüm boyunca çok ağladık, doğru. Neyse ki bizler elimizde mendil Süreyya’nın acısını paylaşırken kahkaha attıran diyalogları ile Ercan sahnelerde… ‘Gudubet dörtlü’ benzetmesine bayıldım. “Arkadaş grubu musunuz, mahşerin dörtlü belası mısınız?” sorusuna yanıt ben de bulamadım. Bi’de haklılar doğrusu; kurşun döktürmek iyidir, kazaları belaları def eder. Neymiş acaba şu Ercan’ nın ananesinin adresi? Cansu’nun sahte(!) mahallesinde olabilir mi? Kerem bu bölüm çok çabaladı ama Cansu’nun evini onu bıraktığı mahallede bulamadı. Üstelik Kerem’in haftalardır çözemediği giyim-yaşam standartları dengesizliğini komşu teyzem iki dakikada çözdü bile: “Pek de sosyetikmiş, ne arasın bu mahallede”
Genel olarak değerlendirirsek Kerem’in telaşı da serzenişi de çok yerinde idi “Sana bir şey olsa soracak kimsem yok, gidecek yerim yok” . İnsan mutlu anında olduğu kadar üzüntülü anında da sevdiğinin yanında olmak ister. Yine de onca gizeme rağmen Cansu’ya kucak açtı…
Sezen Aksu’dan “Gitti cancağazım gitti” dizeleri ile Süreyya acı haberi aldı ya, kendi adıma işte o an gözyaşları sel oldu. Sizde durum neydi? Şarkı seçimleri bugüne kadar hep başarılı oldu, seçen ekibe kucak dolusu tebrikler… Bu gözler pür makyaj, saçlar düğüne gider gibi yapılı ‘acı haber’ bekleyen ne karakterler gördü. ‘Yüksek Sosyete ’deki bekleyişte gözaltı şişliğine kadar düşünülmesi de dikkat çekiyor hayliyle… Bir tebrik de bunun için.
Acı haber sonrasında ailenin en azından bir gün kenetlenmesini beklerdim. Her birey kendine bir kaçış noktası buldu. Süreyya alkole sığındı, Cansu Kerem’e koştu, Begüm şirketteki hırsları nedeni ile kırdığı kardeşinden yine o mekânda özür diledi, Metin ise yersiz yurtsuz Işıl’da buldu geçici huzuru.
Cansu’nun acısını dindirmek için Ayşen Hanım kendi hikâyesini anlattı, oldukça da duygusaldı. Küçük yaşta annesini kaybetmiş, zorluk çektiği her anda simgesel olarak annesinin kolyesine sarılmış, güç almış. Aile hatıraları ile dolu ona güç veren kolye neden Cansu’ya da güç versin anlamak pek mümkün değil. ‘Aileye hoş geldin imgesi’ adına hoş bir hareket ama doğru bir zamanla mı tartışılır? Yine de Kerem’in bu duruma çok mutlu olduğu kesin.
“İnsan ölümlüdür, ama ancak onu hatırlayan son kişi göçüp gittiğinde, işte o zaman ölür.”
Hatıralarla yaşatmak dedikleri bu olmalı. Sen çok yaşa Yılmaz Amca…
Bu bölümün Koran’lar için kritik olması nedeni ile fanatik bir EcMer’ci olarak üzülerek belirtiyorum ki ‘mavi yakalı’ Ece ile ‘beyaz yakalı sevgilisi’ Mert’ in sahneleri gönlümdeki kadar yoğun değildi. Yine de bu bölümde kesinleşen bir şey var ki Mert’in işi Cansu’dan çok daha zor; Ece’nin her diyaloğu dönüyor dolaşıyor ‘yalanın hassas noktası olması’ yönünde birleşiyor. Az olan sahnelerden birinde “Sen neredeydin bu zamana kadar” sorusuna “genelde Dudullu civarlarındaydım param oradaki evlere yettiği için” diyen Ece ne tatlıydı değil mi? Dün Dudullu’da olabilirsin ama bugün değme milyon dolarlık evlerin manzarasına sahip bir evde oturuyorsun Eceemmmm… Varsın musluk akıtsın, koltuk kırılsın… Bir de yanında ‘şapşal ama iş adamı sevgilin’ olduktan sonra…
Cansu’ya moral organizasyonunun olayın hemen tazeliği üstüne olmasını garipsedim. Hiç değilse ilk gün aile kenetlenmesini beklerdim ama organizasyona gelirsek, tipik bir Ece organizasyonu, yani sofrada bir kuş sütü eksik…Her detay abisinin mirasına sahip çıkması, hep gülmeye devam etmesi için düşünülmüş… Bu organizasyonda Ece ve Mert’in panik ile aynı anda farklı öneriler ile gelmelerini de pek sevdim. Bu üst üste konuşmalar bana hep Mavi Ay’dan Maddie-David’i hatırlatır. Hatırlayanlar? Sessiz sinemada Ece’nin anlattığı film neydi? Uganda’da büyümedim üstelik iyi bir sinema izleyicisiyim ama utanıyorum, bilemedim…
Ece’nin bir yanda boğaz bir yanda yıldızlar manzaralı Fas stili dekorasyonlu teras sürprizi… Amaç Cansu’yu farklı ve hayatın telaşından uzak bir ortama getirip bir an olsun acılarından uzaklaştırabilmek. İtiraflar ve hayaller ile başarılı oldular da… İlk olarak Ece’nin içten itirafı geldi Mert hakkındaki ilk izlenimlerine dair. Ardından tam Mert’in itirafını getirecekti ki, işte o zaman hayatları tam ‘panayır’ olacaktı, Kerem’in yerinde müdahalesi ile yine ertelendi.
Hayaller; ilk olarak Ece’nin hayali: Karnı burnunda hem de üçüz… Acısız lahmacun yemek isteyen inatçı erkek, glütensiz kek isteyen nazlı kız, avokadolu cevizli salata isteyen kokoş kız evlat sahibi olmak kolay mı? Mert ise yine pek tembel, pek şaşkın (ek olarak aman ha bıyık bırakmasın). Ardından Kerem’in hayali: oldukça romantik, tasvire göre sonunda Garipçe ’ye yerleşmiş, gündüzleri bulut geceleri yıldız olan bir gökyüzünün altında minnacık, sevimli mi sevimli huzur dolu bir ev, sevdiği kadın yanı başında. Hayalde bile Cansu’nun sır(!)larına atıfta bulunmadan edemedi. Böylesine bir hayal de ‘salıncak’ önemli bir metafor özellikle kullanılmalı, bugüne kadar en özel anlarına eşlik etmedi mi? Ve Cansu’dan kocaman bir itiraf, Kerem’e “Ben o kadın olmak istiyorum Kerem, ben senin hayalindeki o kadın olmak istiyorum” dedi ve ardından Kerem’in yanıtı “Cansu’m, sen zaten o kadınsın” oldu ya; bu sahne gelmiş geçmiş tüm CANKER sahnelerinin en romantik andı dersek yanlış olur mu?
Ve bu sahne o kadar gerçekti ki Cansu Kerem’e gerçek adı ile seslendi. (Ece farkına varmamış olabilir ama İZLEYİCİ’ den kaçmaz)
‘intihar’ mı ‘kaza’ mı?
Sorgulama zamanı… Eğer bir insan yaşadığı hayattan memnun olmadığını ısrarla üst üste belirttikten sonra veda ederek ortadan kayboluyorsa buna neden olan kaza bile olsa durumu sorgulamak ve onun hayatına etkilerini sorgulaması o kadar doğal ki… Anne ve kızlarının Can’ın intihar haberi ile yüzleşme sahnesi çok güzeldi. Begüm’ün basına müdahalesi, yaşadığı suçluluk duygusunun gözlerine yansıması, Süreyya’nın durumu kabullenmemesi, kızlarına uyarısı ile dört dörtlük bir sahne idi ve her zaman olduğu gibi Zuhal Olcay yine efsane oyunculuğunu konuşturdu…
Büyük karşılaşma
Süreyya’nın oğluna veda konuşmalarından aldığımız ders: “hayatımızdaki insanların kıymetini hazır yanı başımızdayken almamız ve sevgi sözcüklerini yeterince söylemekten çekinmememiz” gerekliliği. Cenaze merasimi nedeni ile yaka resmini öpüp durması Bedia Hanım’ı fenalaştırdığı kadar eminim ki ekran başındaki izleyicilerin de kalbinin parça parça etti. Sıra Cansu’ya gelince Mert’in mekândan ayrılması ilk karşılaşmayı daha dramatikleştirmek için güzel düşünülmüştü, ikinci karşılaşma olasılığı da Oliva’dan gelen telefon ile engellendi. Üçüncü olasılığın ise tüm kaçış kanalları kapalı idi ve artık hem Mert hem Cansu sevdiklerinden gizledikleri büyük yalanın ortağı oldular.
Sizce bu karşılaşma yeni bir ‘gizlilik’ anlaşmasını peşi sıra mı getirecek yoksa bu kirli oyundan ilk çıkan yani Kerem’e gerçekleri anlatacak kişi Cansu yerine Mert mi olacak?